Hz. Ali’den (as) Tefsir Kaideleri IV: Mensuh Nasihe İrca Edilir
Nesih terimi, ilk dönem ulemanın nezdinde oldukça geniş kapsama sahiptir. İlmî araştırmalarda ancak terimlerin geçirdiği safhaları takip ederek doğru değerlendirmeler yapabiliriz. Aksi takdirde anakronizme düşeriz. Neshin terimsel gelişimine baktığımızda; ilk dönemlerde genel hükümlerin daraltılması, mutlak ifadelerin kayıtlanmasını kapsarken, son dönemlerde; eski bir hükmün yerine yeni hükmün getirilmesi, böylece eski hükmün geçersiz kılınarak yeni hükmün geçerli hale getirilmesi şeklinde kapsamı daraltılmıştır. Konu hakkındaki tartışmalar da son dönemdeki nesih terimi etrafındadır. İmam Ali (as)[1] nasih mensuhu bilmeyenlerin hem kendilerini hem de diğer insanları yaktıklarını söylerken, neshi geniş anlamda kullanmıştır. Son dönemdeki dar anlamıyla birlikte, hükümlerin tahsisi, mutlak ifadelerin kayıtlanması gibi konuları da kapsayacak şekilde geniş anlamıyla kullanmıştır.
Tefsirde Ehlibeyit’e dayanmak, pergelin sabit ayağını zemine sıkı biçimde yapıştırmak gibidir. Müfessir, bir ayağını buraya dayadığında sapmadan emin biçimde doğru açılımlar yapabilir. Nesih konusu, Müslümanların Ehlibeyit’e dayanmadan tefsire dalmalarının nelere mal olduğunun en açık göstergesidir. Konu hakkındaki yaklaşımlar ifrat ve tefrit olarak değerlendirebileceğimiz, iki uç görüş arasında gidip gelmektedir. Bir tarafta “Kur’ân’da nesh yoktur” diyen tefritçiler, diğer tarafta ise “Beş yüz ayet neshedilmiştir” diyen müfritler olmak üzere, birbirinden oldukça uzak iki yaklaşım! İlme kapısından gidilmemesinin en bariz örneği, Peygamberin bıraktığı muallimlere baş vurmamanın net sonucu!
İmam Ali (as) nasih ve mensuhu bilmeyi hayatî derecede önemsemiştir. Kufe kadılarından biriyle karşılaştığında kendisine; “Nasih ve mensuh ayetleri biliyor musun?” dedi. Kadı: “Hayır, bilmiyorum.” deyince, İmam (as): “Öyleyse hem kendini hem de başkalarını helak etmişsin.” dedi.[2] Ehlibeyit’e göre müfessir veya diğer dini ilimlerde söz sahibi olmanın en önemli şartı, nasih ile mensuhu bilmektir. İmam Ali’nin (as), Peygamber Efendimizin (saa) vefatından sonra, tamamlayıncaya kadar dışarı çıkmadığı Mushafı da nüzul sırasına riayet edilerek, önce Mekkî sonra da Medenî surelere yer verilerek hazırlanmıştı. Böylelikle ayetlerin nüzul tarihi açık olduğundan, nasih ve mensuhu ayırt etmek kolay hale getirilmişti.
Medine döneminde Kıble değişimi bağlamında Yahudiler, nesih konusunda çok fitne çıkarmışlardır. Oysa nesih, hedefe giden yolların ve gayeyi gerçekleştirecek şekillerin değişebileceğini gösterir. Kıble değişimi üzerinde haddinden fazla tepinen Yahudilere Cenabıhak: “Doğu da batı da Allah'ındır. Nereye dönerseniz dönün, orada Allah'a dönmüş olursunuz.”[3] diyerek şekle takılıp asıl gayeyi unutmamaları gerektiğine dikkat çekmiştir.
İmam Ali (as) kıble değişimini açıklarken Müslümanların Mekke dönemini Hz. Musa’nın (as) Mısır dönemine benzetmiştir. Öyle ki Müslümanlara da Mekke dönemi boyunca Beytu’l-Makdis’e dönmeleri emredilmişti. Tıpkı Mısır’da iken Hz. Musa’dan (as) evlerini mescit edinip Beytu’l-Makdis’e dönmeleri istendiği gibi. Onlarla aynı emre muhatap olup aynı sünneti takip etmişlerdir. Ayet mealen şöyledir: “Musa’ya ve kardeşine: “Halkınız için Mısır’da evler hazırlayın, evlerinizi namazgâh edinin, namazı hakkıyla ifa edin. Ey Musa müminleri müjdele!” diye vahyettik.”[4] İsrailoğulları için aslolan ibadetlerin mabedde yapılmasıydı. Ancak Firavun’un zulmünden dolayı mabedler güvenli olmayınca, evlerini mescide dönüştürmeleri istenmişti. Müslümanlar da bu sünneti takip etmişlerdi. Nihayet, Medine’ye hicret ettikten sonra Mekke’ye dönmeleri emredilmişti. Çünkü Medine’de Yahudiler, “Kıblemize dönüyor yakında dinimize de dönecek.” diyorlardı. Onların elinde bir delil kalmasın diye kıble Kâbe olarak değişti.
“Allah (cc) neden peygamberliğin başlangıcından itibaren kıbleyi değiştirmedi?” sorusuna da İmam (as) şöyle cevap vermiştir: Böylece Peygambere tabi olanların olmayanlardan ayrılması sağlanmıştır.
Nesih konusunda sıkça dile getirilen iki soruya değinmeden geçmek istemiyorum. Birincisi, insanların geleceği önceden tahmin etmemeleri mümkün olduğundan, beşerî kanunlarda yeniden gözden geçirme makul kabul edilebilir. İlahî kanunlarda neshi kabul etmek, Allah’ın (cc) -haşa- önceden bilmeyip sonradan farkına varması şeklinde anlaşılamaz mı?
Allah (cc) için ön görememe, yeniden gözden geçirme makul ve mümkün olmadığı için şeriatlerdeki nesih, zahirendir. Sadece insanlara göre görünüşte bir değişiklik söz konusudur. Allah (cc), işin başından beri bu hükmün geçici olduğunu bildiği için, onun ilminde herhangi bir değişiklik söz konusu değildir. Hükmün geçerlilik süresi Allah (cc) nezdinde zaten belliydi. Sadece biz insanlar, hükmü ebedi olarak bildiğimiz için görünüşte bir değişiklik görüyoruz. Zaten bitiş zamanı belli olan hükümlerde sürenin sonunda hüküm otomatikman kalktığı için neshe gerek yoktur.
Nesih konusunda en çok sorulan sorulardan bir diğeri ise “Hükmü kaldırılmış ayetler neden halen Kur’ân’da vardır?”
Kur’ân ayetleri diridirler. Ayetlerin indiği dönemdeki şahısların ölümüyle ölmezler. Ehlibeyit’e göre ayetlerin masadakları devamlı değişmektedir. Mesela her dönemin bir firavunu vardır. Musa (as) Firavun’la mücadele ederken, Peygamberimizin (saa) firavunu; Ebu Cehil, Ebu Leheb vb. şahıslar idi. Günümüzde de çok sayıda firavunlar vardır. Dolayısıyla mensuh ayetleri ölmüş gibi değil de uyutulmuş bir canlıya benzetmek daha doğrudur. Söz konusu canlı nasıl ki şartlar ve ortam oluştuğunda yeniden hayat buluyorsa bu ayetler de zaman ve şartlar müsaade ettiğinde tekrar uygulanabilir. Örneğin Müslümanların Mekke’de iken ellerini savaştan çekmeleri istenmişti. Medine’ye hicret ettikten sonra ise savaşmakla emrolunmuşlardı. Peygamber Efendimizin (saa) vefatından sonra İmam Hasan (as) Mekkî ayetlerle amel etti ve elini savaştan çekti. İmam Hüseyin (as) ise savaşa izin veren ayetlerle amel ederek kıyam etti.
İmam Ali (as) neshin hikmetini şöyle açıklamıştır: “Allah (cc), Resulünü (saa) şefkat ve merhametle gönderdi. Onun şefkat ve merhametinin göstergesi: Peygamberliğinin başlangıcında, İslam ve şeriat kalplerinde sağlam biçimde yerleşmeyene kadar onları adetlerinden döndürmemesidir. Arapların adetlerine göre, kadınlar zina ettiklerinde evlerinde hapsedilirdi. Erkekler de ayıplanır, sövülür, eziyet edilir ve meclislerinden kovulurdu. Bunun dışında başka bir şey bilmiyorlardı. Bu uygulamayı onaylayan ayet mealen şöyledir: “Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı aranızdan dört şahit getirin. Eğer şahitlik ederlerse, o kadınları ölüm alıp götürünceye yahut Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde hapsedin.”[5] İslam güçlenince, Müslümanlar çoğalınca ve cahiliyeden soğuyunca, Nûr süresindeki “Zina eden kadınla zina eden erkeğin her birine yüzer sopa vurun…”[6] ayeti inerek önceki hükmü neshetti.
İmam Ali’nin (as) verdiği diğer örnek iddet süresiyle alakalıdır. Cahiliye döneminde kadınların beklediği iddet süresi bir yıldı. Bir erkek öldüğünde dul kalan karısı, bir miktar hayvan pisliği veya benzeri bir şeyi arkasına atarak, yeni bir kocanın kendisi için hayvan pisliğinden daha değersiz olduğunu ifade ediyordu. Bir yıl boyunca; süslenme, koku sürünme ve evlenmekten sakınıyordu. Bu süre zarfında evinden çıkarılmadan bir yıllık geçimi kocasının mirasından karşılanıyordu. Allah Teâlâ da İslamın başlangıcında, "İçinizden ölüp geriye eşler bırakanlar, eşlerinin, (evlerinden) çıkarılmadan bir yıla kadar geçimlerinin sağlanmasını vasiyet etsinler…”[7] ayetini indirdi. İslam dini güçlenince Allah Teâlâ, “İçinizden ölenlerin, geriye bıraktıkları eşleri, dört ay on gün (bekleyip) kendilerini gözetlerler. Sürelerini bitirince artık kendileri için uygun olanı yapmalarında size bir günah yoktur…”[8] Ölen kocaların eşlerinin iddeti böylece dört ay on güne düşürüldü.
İmam’ın (as) verdiği diğer bir örnek davet aşamalarıyla alakalıdır: Allah (cc) Peygamberini (saa) başlangıçta davetle gönderdi. İnsanların eziyetlerine aldırmamasını istedi. “Ey Peygamber! Şüphesiz biz seni bir şahit, bir müjdeci ve bir korkutucu olarak gönderdik.”[9] Ne zaman ki Mekke’deki Müşrikler, Peygamberimizi (saa) öldürmeye kastedince hicret emri verildi. Sonra da: “Kendilerine savaş açılanlara, zulme uğradıklarından dolayı savaş izni verildi”[10] ayetiyle savaşma izni verildi. Ancak insanlar bu emir karşısında korkuya kapıldılar. Bunun üzerine: “Kendilerine, ellerinizi savaştan çekin, namazı kılın ve zekâtı verin, denilen kimseleri görmedin mi? Sonra onlara savaş farz kılınınca, içlerinden bir gurup hemen Allah'tan korkar gibi, hatta daha fazla bir korku ile insanlardan korkmaya başladılar da “Rabbimiz! Savaşı bize niçin yazdın! Bizi yakın bir süreye kadar ertelesen (bir müddet daha savaşı farz kılmasan) olmaz mıydı?” dediler. Onlara de ki: “Dünya menfaati önemsizdir, Allah'tan korkanlar için ahiret daha hayırlıdır ve size kıl payı kadar haksızlık edilmez.”[11] ayeti bu dönemi anlatmaktadır. Elinizi savaştan çekin emrini veren ayet, savaş ayetiyle neshedildi.
Cenabıhak, Bedir’de Müslümanların sıkıntısını görünce eğer düşman anlaşmaya yanaşırsa sen de yanaş emrini verdi[12]. Ancak Müslümanlar çoğalıp İslam güçlenince; “Siz galip durumda iken gevşeyip barış istemeyin.”[13] ayetini indirerek önceki barışa yanaşma hükmünü neshetti. Daha sonra da kafirleri buldukları yerde öldürme emri indi.[14]
Başlangıçta Müslümanlar bire on savaşmakla mükellef idiler. Sonradan bire iki olarak bu hüküm hafifletildi. Dolayısıyla önce on kat fazla bir ordudan kaçanlar günahkâr kabul edilirken, sonradan iki kattan fazla düşmandan kaçanlar savaş kaçağı sayılmıyordu.[15]
İmam’ın verdiği diğer örneklerden bazıları şunlardır:
İlk dönemlerde Müslümanlar iman kardeşliği sayesinde birbirine mirasçı olabiliyorlardı. Sonradan ise sadece kan bağıyla akraba olanlar mirasçı olabiliyorlardı.
Ramazan orucunda İsrailoğullarında olduğu gibi gece ve gündüz eşlerle birliktelik yasak iken, yeme içmeye günde sadece bir defa, yatmadan önce izin veriliyordu. Kur’ân geceleri eşlere yaklaşmayı caiz görürken yeme ve içmeyi de sahura kadar serbest bırakarak bu hükmü neshetmiştir.
Zariyat suresinde insanları ve cinleri ancak ibadet için yarattığını bildiren ayeti, Hud suresi 118. Ayeti neshetmiştir. Hud suresine göre Allah (cc) kullarını merhametine nail etmek için yaratmıştır. Tabii buradaki nesh, hükmü kaldırma anlamında değildir.
“Sizden hiç kimse yoktur ki cehenneme varmasın. Bu Rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür.”[16] Ayetini “Ama bizden kendilerine (ezelde) güzellik geçmiş (mutluluk takdir edilmiş) olanlar, işte onlar, ondan (cehennemden) uzaklaştırılmışlardır. Bunlar onun uğultusunu bile duymazlar; gönüllerinin dilediği nimetler içinde ebedi kalırlar.”[17] Bu ayetlerde açıkça istisna edilen hüküm nesih olarak değerlendirilmiştir.[18]
İmam (as) nesih konusunda oldukça hassas bir ölçü ortaya koymaktadır. Öncelikler nesih konusunu kolay anlaşılır hale getirmiştir. Dönem ve şartlara göre hükümlerin değiştiğini ve değişmesinin son derece normal bir durum olduğunu nazarlara sunmuştur. Nesih konusu bilinmeden hüküm vermek oldukça sakıncalıdır. Muhtemeldir ki umumi ayetle hüküm verilir oysa onu tahsis eden bir ayet vardır. Sonuçta Allah’ın hükmü yani murad-ı ilahîye uygun hüküm verilmemiş olacaktır.
Hükümlerin zaman ve şartlara göre değişmesi tarihselcilerin en temel dayanak noktasıdır. Nesih konusuyla iddialarını desteklemeye çalışırlar. Mekke dönemindeki hükümlerle Medine dönemindeki hükümlerde bazı farklılıkların olması en önemli delillerindendir. Halbuki İmam’ın (as) açıklamalarında onları destekleyecek bir durum yoktur. Örneğin zinanın cezası, bekarlarda yüz değnek ve evlilerde recmdir. Hangi dönemde olursa olsun şartlar oluştuğunda zinanın cezası bu iki şekilden biridir. Bunlar yerine başka bir ceza uygulanamaz. Tarihselcilerin temel iddiasına göre Kur’ân metni, indiği Hicaz bölgesinin durumuna göre şekillenmiştir. O günkü şartlarda en güzel çözüm, yüz değnek veya recm cezası idi. Bugün ise daha etkili cezalar uygulanabilir. Hapis, devlet kurumlarında çalıştırma, tedavi ettirme gibi yöntemler olabilir. Kısacası İmam’a (as) göre Kur’ân Allah’ın kelamıdır. Bugünkü insanlara da inseydi aynı emirlerle dolayısıyla aynı metinle ortaya çıkacaktı. Her dönemdeki olayların hükmü Kur’ân’da vardır. Bilmiyorsak bizdeki ilim eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Tarihselcilere göre Kur’ân, o günkü Hicaz bölgesinin şartlarına göre şekillenmiş bir metindir. Bugünkü şartlarda inmiş olsaydı farklı çözümlerle farklı bir metin karşımıza çıkardı. Görüldüğü üzere Kur’ân’ın mahiyeti açısından birbirinden son derece farklı iki açıklama biçimiyle karşı karşıyayız. (Veysel Çelik - Hürseda)
[1] El-Muhkem ve’l-Müteşabih adlı risalede geçen açıklamalarına bakıldığında neshi son dönem ülemanın anladığı şekilde, sadece şer’i bir hükmün kaldırılıp yerine başka hükmün getirilmesi şeklinde anlamamıştır.
[2] Tefsir-i Ayyaşî, c. 1, s. 12, Sayı 9.
[3] Bakara, 2/115.
[4] Yunus, 10/87.
[5] Nisa, 4/15.
[6] Nûr, 24/2.
[7] Bakara, 2/240.
[8] Bakara, 2/234.
[9] Ahzab, 33/45.
[10] Hac, 22/39.
[11] Nisa, 4/77.
[12] Eğer onlar barışa yanaşırlarsa, sen de yanaş ve Allah'a güven. O, şüphesiz işitir ve bilir. (Enfal, 8/61.)
[13] Muhammed, 47/35.
[14] Tevbe, 5/9.
[15] Ey Peygamber! Müminleri savaşa teşvik et. Eğer içinizde sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüz kişiye galip gelirler. Eğer içinizde (sabırlı) yüz kişi bulunursa, inkâr edenlerden bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir kavimdir. Şimdi Allah sizden yükü hafifletti ve sizde bir zaaf olduğunu bildi. O halde sizden sabredecek yüz kişi olursa iki yüz düşmana galip gelirler, sizden bin kişi olursa Allah'ın izniyle iki bin düşmana galip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir. (Enfal, 8/65-66.)
[16] Meryem, 19/71.
[17] Enbiya, 21/101-102.
[18] Detaylar için Bkz., Risâletu’l-Muhkem ve’l-Müteşâbih, s.5-15.