Kerbela’nın Hüznü Hasta Etmez, Öldürmez Tersine İyileştirir, Yaşatır
Kerbela için değişik münasebetlerle bireysel veya toplu olarak; yas tutma, merasimler düzenleme, matem programları tertipleme faaliyetlerine gölge düşürmek amacıyla farklı sorular gündeme getirilebilir. Matem programları Kur’ân ve sünnete aykırı mı? Uzun süreli yas tutma bidat mi? Hüzün insanı karamsarlığa iter mi? Dünyadan elini ayağını çektirerek ümitsizliğe sevkeder mi? İnsan fıtrî olarak hep sevindirici ve keyifli şeylere meyyâl olarak yaratılmamış mı?
Bir amelin dine uygun olup olmadığını Kur’ân ve sünnette kaynağının olup olmamasıyla test ederiz. Her iki kaynakta delil olduğuna dair sünni ve şii kaynaklarda yeterince bilgi olduğu için Kerbela münasebetiyle ağlamanın bidat olmadığını, tersine İmam Hüseyin’e (as) ağlamanın sünnet olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Resulullah (saa) İmam Hüseyin (as) için ilk ağlayan ve Kerbela toprağını ilk koklayan kişidir. Resulullah (saa) daha hayatta iken, Cebrâil (as) Hz. Hüseyin’in (as) Kerbela’da şehit olacağını haber vermiş, Kerbela toprağından ona getirmiş ve bu toprak Ümmü Seleme’nin (r.anha) yanında muhafaza edilmiştir.[1]
Ayrıca Peygamberimiz (saa) farklı zamanlarda ölen kişiler için ağlayarak üzüntüsünü belli etmiştir. Uhud’da şehid olan Hz. Hamza’nın (ra) ağlayan kimsesi olmadığı için Medine’li kadınların gelip onun için ağlamasını istemiştir. Ağlama seslerini duyan Peygamber (saa), bu kadınlara hayır duada bulunmuştur. O tarihten sonra Ensar kadınlarının ölülerine ağlamadan önce Hz. Hamza'yı (r.a) anarak göz yaşı dökmeleri adet olmuştur.[2] Benzer durum Hz. Cafer’in şehadetinde de gerçekleşmiş ve bizzat Peygamberimiz (saa) onun yetimlerinin başını okşayarak ağlamıştır.
Sadece Hatemu’l-Enbiya (saa) değil, ondan önceki peygamberlerin de uzun süre hüzünlerini devam ettirdiklerini biliyoruz. Hz. Yakub’un (as) neredeyse bir ömür boyu oğlu Yusuf’u (as) unutmadığı ve onun üzüntüsünden dolayı sonunda gözlerini kaybettiği[3] Kur’ân’da bildirilmiştir. Bir peygamber olduğu halde Hz. Yakub’a (as) üzüntüsünden dolayı herhangi bir uyarı ya da kınama yapılmamıştır. Bir nevi onun bu davranışı tasvip edilmiştir.
Uzun süre yas tutma, hüzünden vazgeçmeme durumunda akıllara şöyle bir soru gelebilir. Yapısı gereği insan, sevinç ve eğlenceye meyilli olarak yaratılmamış mı? Hüzne yönlendirmek bu isteği köreltmez mi? Sürekli yas tutmak, hüzünlü olmak insanı hasta etmez mi? Kişinin elini kolunu bağladıktan sonra dünyadan tamamen vazgeçirip böylece meydanı kafirlere bırakmaya sebep olmaz mı? Eğlenceli keyifli bir hayat yaşamak varken neden hüzünlü merasimlerde vakit geçirelim?
Öncelikle insanın sevinç ve rahata değil mutlak cemal ve kemale meyilli olarak yaratıldığını bilmemiz gerekir. Kimileri bu hedefine eğlenceyle kimileri ibadetle kimileri de ağlamayla ulaşacağına inanır ve ona göre hareket eder. Bu yüzden insan, kendisine hedefler belirler ve bu hedeflere ulaşmak için inanılmaz çaba sarfeder. Hedeflerine varmak için çok ağır bedelleri göze alır. Zaten önemli icat ve keşiflere ancak büyük çabalarla ulaşılmıştır. Hüzün, her zaman olumsuz sonuçlanmaz. Bazen önemli inkişaflara sebep olabilir. Örneğin şair Hansâ’yı Arap şairlerinin ilk sıralarına taşıyan onun kardeşinin ölümüne karşı duyduğu derin hüznü idi. Ferah ise her zaman iyi sonuçlanmaz. Bazen insanın mağrur olup üretici olmak yerine asalak yaşamasına neden olabilir.
Hüzün insanları tahrik ederken sevinç ise durgunluğa, kendi halinden memnun kalıp yerinde saymaya sebep olabilir. Hüzün insanın yeteneklerini, mucitlik yönünü açığa çıkarırken sevinç ve keyif insanı köreltir, başarılarını dumura uğratır.
Yine hüznün göstergesi olan gözyaşı, kalbi yıkar, günahların pisliklerini temizler ve manevi yönden insanın terakki etmesini sağlar. Gözyaşlarının kuruması ise kalbin taşlaşmasının alameti, gerilemenin, insanlıktan uzaklaşmanın sebebi olabilir. Bu yüzden Tebük seferinden geri kalanlara Kur’ân’dan verilen çözüm “Az gülüp çok ağlamaları.”[4] Şeklinde olmuştur.
Sevinç ve hüznün olumlu ve olumsuz sonuçları olduğu için Kur’ân’da sevinç ve hüzünden mutlak manada nehiy yerine, dengenin tutulması istenmektedir. Hüzün ve sevincin hedefi olmalıdır. Kur’ân hedefe yönlendiriyor. Vazifelerini terk etmeye götürdüğü zaman sevinç hali kınanıyor. Ümitsizliğe sevk ettiği zaman da hüzün kınanıyor. Kur’ân her iki yöndeki duygularımıza hedef belirleyip dengeli hareket etmemizi istiyor.
Ferah, gamın zıddıdır. İçimizi saran sıkıntıları açarak içeriden gelen bir gönül genişliğidir. Keyifsizliğin gitmesidir.[5] Sevinme/ferah halinde gönülde bir genişleme olur. Eğer vazifeler unutulursa şımarıklığa ve azgınlığa götürür.
Mülk suresinde bildirildiği gibi insanın yaratılış amacı, en iyi amel edenin ortaya çıkarılması için imtihana tabi tutulmasıdır.[6] Kur’ân’ın hüzün ve sevinç konusundaki belli başlı ölçülerini şöyle sıralayabiliriz.
- Mesuliyet taşıyarak sevinmelisin. İçindeki sevinç seni şımarıklığa sevk etmemelidir. “Şüphesiz Karun da Mûsa'nın ümmetinden olup onlara karşı böbürlenerek zulmetmişti. Ona hazineler dolusu öyle bir servet vermiştik ki o hazinelerin anahtarlarını bile güçlü kuvvetli bir bölük zor taşırdı. Halkı ona: “(Servetine güvenip) şımarma! Zira Allah böbürlenenleri sevmez!” demişti.”[7] “Şımarma” şeklinde mealini verdiğimiz ifadenin aslı ferah kelimesinden “la tefreh” şeklindedir. Dikkat edilirse sevinme yasaklanmıyor. Sevincin böbürlenmeye dönüşmesi yasaklanıyor. Zaten sonraki ayette vazifesini yani kulluğunu unutmamak koşuluyla bu nimetlerle mutluluk yaşayabileceği açıkça zikredilmiştir. “Allah'ın sana verdikleri ile ahiret yurdunu elde etmeye çalış. Ve dünyadan da nasibini unutma. Allah'ın sana iyilikte bulunduğu gibi, sen de insanlara iyilikte bulun. Ve yeryüzünde bozgunculuk yapma. Allah, bozguncuları sevmez.”[8] Kısacası Karun’un, bunca servetle sevinmesi yasaklanmamış, ahiret yurdunu da unutmaması ve her iki hayatın hakkını vermesi istenmiştir.
- Kur’ân, sevinç ve hüzünde dengeli olmamızı istemektedir. Üzülme veya sevinmeye sebep olacak şekilde insana ulaşan her şey yaratılmadan önce bir kitapta yazılıdır. Bunun sebebi ise “Kaybettiklerinize üzülmemeniz, Allah'ın verdiği şeylerle şımarmamanız içindir. Allah, kendisini beğenip böbürlenen hiç kimseyi sevmez.”[9] Yani isyana varacak şekilde üzülmeme, kendini kaybedecek derecede şımarmamak için Allah katında her şey yazılmıştır.
- Kur’ân; karamsarlığa, kötümserliğe ve başarısızlığa sebep olan hüzünden nehyeder. “Sakın yılmayın, üzüntüye kapılmayın, eğer iman ediyorsanız mutlaka üstün gelirsiniz!”[10]
- Hüznün alameti olan ağlamak her zaman kötü değildir. Kalpte hayat olduğunu gösterir. Kalpleri ölmüş olanlar ağlayamaz. Ağlamak insanı ruhî sıkıntılarından kurtarır. Her zaman ağlamak karamsarlık, ümitsizlik demek değildir.
Dolayısıyla Kerbela’nın hüznünü devam ettirmek bidat değildir. Henüz vuku bulmadan önce Hz. Muhammed’in (saa) gözyaşı döktüğü görülmemiş bir faciadır. Kerbela’nın hüznü hasta etmez, karamsarlığa ve kötümserliğe götürmez. Ümit verir, can verir. Aynı zamanda bu merasimlerle olayın kahramanları hep yaşatılır. Unutulmalarına müsaade edilmez. (Veysel Çelik - Hürseda Haber)
[1] Tâberânî, Mu’cemu’l-Kebîr, Mektebetu İbn Teymiye, Kahire, III, 107-115.
[2] İbn Sa’d, Hz. Hamza’nın Hayatı Bölümü.
[3] Yusuf, 12/96.
[4] Tevbe, 9/82.
[5] Mustafavî,
et-Tahkîk fî kelimâti’l-Kur’âni’l-Kerîm, IX, 51.
[6] Mülk, 67/2.
[7] Kasas, 28/76.
[8] Kasas, 28/77.
[9] Hadid, 57/23.
[10] Al-i İmrân, 3/139.