Kur’ân’ın En Uzun Suresi Bayrak Düştüğü Yerden Kalkmaz Diyorken…
Bakara Suresi, Kur’ân’ın en uzun suresidir. Ana konusu peygamberliğin neden İsrailoğullarından alınıp İsmailoğullarına devredildiğine itiraz eden Yahudiler üzerinden, kibir, haset, ucb gibi hidayet engellerinden kurtulup takva seviyesine, buradan da muttakilerin önderliği makamına nasıl ulaşılabileceğini göstermektir. Halifeliğin tevârüs yoluyla İblis gibilerine değil, Âdem (as) gibi isimlerin bilgisine sahip liyakatli şahsiyetlere verileceğini açıklamaktır. İmamlık makamının, inek kesme emrinde olduğu gibi Allah’ın emirlerini ciddiye almayan İsrailoğullarına değil, İbrahim (as) gibi emredileni ciddiye alıp en ağır imtihanları başarıyla geçenlere verileceğine dikkat çekmektir. Faziletlerin külfetini yerine getirmeden, cehennem ateşi bize dokunmaz, Allah’ın seçilmiş kullarıyız, gibi iddiaların boş olduğuna dikkat çekilmiştir. Kısaca bu surede bir taraftan İsrailoğullarının seçilmiş bir milletten yere çakılmış, lanetlenmiş bir topluma dönüşmesi diğer taraftan da muttakilere önderlik makamı gibi, zirveyi yakalayan İbrahim (as) gibilerinin bunu nasıl başardıkları anlatılır.
“Bayrak düştüğü yerden kalkar.” mottosunu son dönemlerde sık sık duymaktayız. Milliyetçiliğin etkisiyle neredeyse ülkemizin iç ve dış siyasetine şekil veren ve motivasyon gücü oldukça yüksek bir söylem haline gelmiş durumdadır. Üstelik dinî kaynaklarca destekleniyormuş izlenimi verilince, halk üzerindeki etkisi kat kat artmaktadır. Hatta “Vatan, Millet, Sakarya!” sloganından daha etkili olduğunu söyleyebiliriz. Ecdat, Osmanlı’nın torunları, 82. il, Filistin’i biz olmazsak kimse kurtaramaz… derken, bizim dışımızdaki her faaliyeti küçümseme, kendimizden başkasının yaptıklarını yanlış görme, biz ne yaparsak doğru yaparız, ülkemizin menfaati varsa gerisi teferruat şeklinde, oldukça tehlikeli bir ucbu beraberinde getirmektedir. Acaba gerçekten de bayrak düştüğü yerden mi kalkar? Kur’ân’ı Kerim bu anlayışa nasıl bakıyor? Bu düşüncenin tehlikelerine karşı bizi nasıl uyarıyor?
Atalarla övünme, öncekilerin hatalarını taklit, geçmişten gelen alışkanlıkları devam ettirme, bazen de ataların kredisini tüketme, peygamberlerin karşılaştıkları en büyük engellerdir. İsterseniz, 286 ayet ve 49 sayfa ile Kur’ân’ın en uzun suresi olan Bakara Suresine birlikte göz atalım. Önderlik makamı gibi bazı faziletlerin toplumdan topluma, kuşaktan kuşağa geçmesi konusunda Kur’an’ın nasıl bir perspektif çizdiğini birlikte görelim. Bu sureyi seçme nedenimiz, hidayet ve hidayetin zirvesi sayılan muttakilere önder olma makamına kavuşma ilkelerinin başından sonuna kadar surenin içerisine serpiştirilmiş olmasıdır.
Bir surede konu bütünlüğü olduğunu söyleyebilmek için öncelikle ayetler arasında münasebet olduğunu kabul etmeliyiz. Bunun için de dayanacağımız sağlam bir zemin bulmalıyız. Bu zemin de ayetlerin sıralamasının tevkifî yani Peygamberimiz (saa) tarafından ilahî emirle olduğunu kabul etmemizdir. Çünkü ayetlerin sure içerisinde sıralamasının tevkifi olduğu noktasında ulema arasında bir ihtilaf bilmiyoruz. Zerkeşî, Suyûtî gibi Kur’ân İlimleri alanının uzmanları tarafından farklı bir görüş zikredilmemiştir.[1]
İkinci dayanak noktamız, ayetlerin indiği atmosfer, muhatapların durumu, nüzul sebepleridir. Çünkü bir söz ancak kimin, kime, ne zaman, nerede, niçin söylediği bilinince en iyi anlaşılır. Bakara Suresinin konusunu da ancak muhatapların durumunu, surenin hedef aldığı sorunları göz önünde bulundurarak belirleyebiliriz. Taberî, surenin baş kısmından itibaren öncelikli muhataplarının Medine’deki Yahudiler olduğunu hep göz önünde bulundurarak tefsir yapmıştır.
Bakara Suresinin tamamlanması uzun bir zamana yayılsa da ağırlıklı olarak Medine döneminin ilk yıllarında inmiştir. Mekke’den farklı olarak Medine’de Müslümanlar, Yahudilerle yüz yüze gelmişlerdir. Kitap Ehli olmaları hasebiyle ahir zaman peygamberinin geleceğini bekliyorlardı. Normalde ilk iman etmesi gerekenler onlar olmalıydı. Ancak Peygamberimize (saa) karşı aşırı kin ve düşmanlık besleyerek inkâr ettiler. Haliyle sormak gerekir. Dertleri neydi?
Yahudilerin Hz. Muhammed’le (saa) en temel problemleri, neden bugüne kadar peygamberler hep İbrahim’in (as) oğlu İshak (as) soyundan geliyordu da bu defa İsmail’in (as) sayundan geldi. Halbuki onlar alemlere üstün kılınmış, Allah’ın (cc) seçmiş olduğu bir milleti! Bakara Suresinin hedefinde bu bozuk zihniyeti kökünden kazmaya dönük önemli mesajlar verilmektedir.
Kur’ân İsrailoğullarının seçilmiş olduklarını inkâr etmemiş, Bakara suresinde aynı ayet iki defa tekrarlanarak bu gerçek teyit edilmiştir.[2] Allah (cc), İsrailoğullarını diğer topluluklardan faziletli/faddalnâ kılmıştı. Fazilet, diğerlerine de verip birine fazla verildiğinde, ikram ise diğerlerine vermeden sadece birine verilince kullanılır. Allah (cc) “Ademoğullarını mükerrem kıldık.”[3] derken, insanın diğer canlılarda olmayan akıl gibi özelliklerine, “Yarattıklarımızın çoğundan faziletli kıldık.”[4] derken de rızkının diğer canlılardan daha üstün olduğuna dikkat çekmiştir. Zira diğer canlılar rızıklanıyor olsalar da insanın rızkı daha üstün kılınmıştır. Dolayısıyla Allah (cc) İsrailoğullarını kendi zamanlarındaki alemlere peygamberlik, kitap indirme gibi bazı nimetlerle üstün kılmıştır. Ancak her fazilet külfeti beraberinde getiriyordu. Bu külfetler şöyle sıralanmıştır: Ahde vefa gösterme, kendilerine geleni tasdik eden Kur’ân’a iman etme, Allah’ın ayetlerini satmama, gizlememe, hakkı batılla karıştırmama, namazı dosdoğru kılma, zekâtı verme, iyiliği önce kendileri yapıp sonra diğerlerine aktarma…[5] Ancak onlar, faziletleri haklarıymış gibi aldılar külfetini ödemeyi bir kenara bıraktılar.
Bakara Suresinde anlatılan; Âdem (as) kıssası, inek kesme kıssası, Tâlût kıssası ve İbrahim’den (as) bahseden ayetler, halifelik ve imamlık makamının nasıl kazanılıp kaybedileceğini göstermektedir. Surede geçen; kıble değişimi, nesih, hac, oruç, hayızlı kadınların ahkamıyla ilgili ayetler de bu yönde mesajlar barındırmaktadır. Olumsuz örnek olarak seçilen kavim İsrailoğulları olmuştur.
Kur’ân’ın genelinde olduğu gibi Bakara suresinde de İsrailoğullarına geniş yer verilmiştir. Çünkü İsrailoğullarının tarihi, seçilmiş bir toplumdan lanetli bir topluma inişin tarihidir. Tabii ki Kur’ân’ın amacı onları bu duruma düşüren vasıflara dikkat çekip Muhammed’in (saa) ümmetini de benzer hatalara düşmemeleri için uyarmaktır. Sure çok uzun olduğu için sadece belirli bölümleri nazara vermekle yetineceğiz. Gerisinin de aynı hedefe yönelik olduğunu bulma görevini okuyucularımıza bırakacağız.
Adem’den (as) bahseden bölüm, suredeki ilk peygamber kıssası olup yaklaşık bir sayfada anlatılmıştır. Adem’in (as) kıssası farklı açılardan başka surelerde de ele alınmıştır. Ancak bu surede onun halifeliğe seçilmesi anlatılmıştır. Melekler ve Cinlere rağmen tayin edilmesi nazara verilmiştir. Peki hangi yönüyle? Babadan gelen bir mirasla mı? Hayır! Liyakatli oluşu, isimlerin bilgisine sahip olması sayesinde seçilmiştir. Rabbimiz, “Ben yeryüzünde bir halife kılacağım/yaratacağım.” derken, müfessirlerin geneline göre halifelikten maksat, öncekinin yerine geçme anlamındadır. Buna göre yeryüzünde önce Cinler vardı. Onlar fesat çıkarınca, Allah (cc) bunlardan halifelik görevini alıp Adem’e verdi. Bu değişikliğin sebebi ise öncekiler halifelik emanetinin sorumluluklarını yerine getirmedikleri gibi yeni görev için isimlerin bilgisine de sahip değillerdi. Dikkat edilirse halifelik görevinin ırkla, soyla, hammaddeyle alakası yoktur. Böylece Âdem (as) kıssası üzerinden İsrailoğullarına deniliyordu ki, yeryüzünde cinler fesat çıkarınca onların yerine Ademoğullarını yerleştirdiğim gibi siz de ahdimin hakkını vermeyince, bu fazileti sizden alıp İsmail’in (as) oğullarından birine verdim. İsrailoğullarına verilen faziletlerin sorumluluğunu taşıma şartıyla verildiği aynı zamanda Tevrat’ta bildirilmiştir.[6]
Halifeliğin anlamı hakkında ikinci bir yorumun daha olduğunu belirtmekte fayda vardır. Buna göre halifelik, Allah’ın (cc) halifeliği anlamındadır. Allah (cc) adına yeryüzündeki emirlerini icra etme görevidir. Sonuç olarak yeryüzüne yeni bir halife tayin edilecekti. Bu görev için üç aday vardı. Melekler, İblis ve Âdem!
Melekler fesat çıkarma özelliğine sahip olmadıkları için kendilerinin tayin edilmesini istiyorlardı. İblis ise yeryüzünde fesat çıkaran cinleri yenilgiye uğrattığı ve hammaddesinin farklı oluşundan dolayı görevin kendisine verilmesini bekliyordu. Ancak Allah (cc) bu görevi, sorumluluk ve liyakat esasına göre Adem’e (as) verdi. Bayrağı taşıma; bilgiyle, teslimiyetle, tevazu ve takva ile mümkündü. Kibir ve ucba kapılıp beklemekle elde edilecek bir sorumluluk değildir. Böylece ey Medine Yahudileri! Siz de Şeytan gibi milliyetçilik yapıp haset ederseniz, lanetlenirsiniz, başınıza şeytandan farklı şeyler gelmez, denildi. Müslümanlara da boş iddialarla övünmeyiniz. Kur’ân’ın hidayetine tabi olduğunuz sürece yükselebilirsiniz, mesajı verildi.
Surenin ileriki bölümlerinde İsrailoğulları hakkında önemli bir kıssa daha anlatılmıştır.[7] Bu defa Şeytan değil İsrailoğulları, doğrudan bir komutan tayinine itiraz ediyorlardı. Tâlût komutan olarak seçilince, adeta Şeytan’ın tavrını sergilercesine soyunu bahane ederek karşı çıkmışlardı. Çünkü Tâlût’un soyu peygamberlerin veya kralların geldiği soydan değildi. Üstelik fakirdi. Ancak o, bir komutanda olması gereken güç ve bilgiye sahipti. Ayrıca Allah’ın (cc) yardımının göstergesi olan Tabut’u taşıma ehliyetine sahip olduğu için manevî yönden de desteklenmişti. Tıpkı Âdem (as) gibi görevi yerine getirebilecek kapasiteye sahipti. Medine Yahudilerine şöyle bir mesaj verilmektedir. Siz o gün de itiraz etmiştiniz. Ancak Tâlût sonrasında İsrailoğulları altın çağlarını yakaladı. Bugün de Muhammed’e itiraz ediyorsunuz. Unutmayınız ki sizin izzetiniz ona uymaktadır.
İbrahim’in (as) birtakım imtihanlardan geçirilip hepsini de başarıyla geçtikten sonra imamlık makamına geçirildiği ayet[8] de aynı hedefe dönüktür. Yahudilerin boş iddiaları bırakıp Allah’ın emirlerine teslim olmaları istenmiştir.
Surede dinî hükümlerle ilgili farklı düzenlemeler vardır. Kıble değişimine oldukça geniş yer verilmiştir. Mekke’de Kâbe, Müslümanların burunlarının dibinde olmasına rağmen Kudüs’e dönmeleri emredilmişti. Şimdi Medine’den Kâbe’ye dönmeleri istenmişti. Kıble değişimi o günkü Yahudilere oldukça dokunmuştu. Bir türlü hazmedemiyorlardı. Kıble değişimi üzerinden büyük fırtınalar koparmaya çalıştılar. Çünkü komuta ile birlikte merkezi de kaybediyorlardı. Bu değişiklikteki amaç sadece kimin peygambere uyup kimin yüz çevirdiğini ortaya çıkarmaktı. Kıble Allah’a ulaşmak için bir araçtı. Fakat onlar amacı unutup şekle takılmışlardı. Doğuda Allah’ın batı da Allah’ındır. Herhangi bir yönün diğerlerinden değerli olması ancak O’nun rızası orada olduğu için olabilir. Kaldı ki Kâbe babaları İbrahim’in kıblesiydi. Neden bu kadar gocunduklarını anlamak gerçekten çok zor!
Sadece merkez değişmiyordu. Kanunlar da değişiyordu. Mesela oruç eskiden sahursuz ve oruç gecelerinde kadınlara yaklaşmamak şeklinde iken yeni düzenlemeyle sahura kadar yeme içme ve eşlerin birlikteliği serbest bırakılıyordu.
Yahudilerin dine uymayan bazı uygulamalarına da muhalefet ediliyordu. Hayızlı kadınlarla bir arada bulunmayı aynı yatakta uyumayı reddederken, Kur’ân sadece cinsel birlikteliği yasaklıyordu.
Hac ibadetini düzenleyen ayetlerin arasında “Evlere kapılarından gelin…”[9] şeklinde bir emrin olması son derece anlamlı! Bir anda Kureyşlilerin benzer üstün millet anlayışına dikkat çekiliyor. Onlar da kendilerini Allah’ın adamları olarak gördükleri için Arafat’a çıkmaz, ihramlı iken kendilerinden başkalarının evlere kapılarından girmesini caiz görmüyorlardı. Kureyşliler dışında kimse elbisesiyle Kâbe’yi tavaf edemezdi. Tıpkı İsrailoğulları gibi üstünlük iddiasında bulunuyorlardı. Allame Tabâtabâî’ye göre ayetin özel bir iniş sebebi olsa da anlamı geniştir. Kapı aynı zamanda Resulullah’ın (saa) vâsileri için de geçerlidir. Böylece imamlara uyarak Allah’a ulaşmak emredilmiştir.
Sure çok uzun görünse de her bölümünü önderlikle irtibatlandırabiliriz. Bakara suresini okuduğumuzda bir toplumun ataları kim olursa olsun soyuna, başkalarının iyiliklerine dayanarak veya başkalarının kötülüklerine göre kendini konumlandırarak halifelik görevini hakkedemeyeceğini anlarız.
Günümüze gelecek olursak, İslam ümmetinin bayrağını taşıma görevinin, hangi millete nasip olacağını bilemiyoruz. Belki Türkiye, belki İran, belki Yemen, belki başkası olabilir. Ancak bildiğimiz bir şey var ki, bayrak kimseye altın tepside tesadüfen sunulmayacaktır. Onun ağırlığının farkında olup sorumluluğunu yerine getirene verilecektir. Bayrak düştüğü yerden değil, kendisine “teslim ol!” denilince hemen “teslim olduk, işittik ve itaat ettik” diyen İbrahim (as) gibilerin elleriyle yükselecek. “İşittik ve isyan ettik” diyen İsrailoğullarının takipçileri ise sadece boş iddialarla kendilerini avutacaklardır. Bakara Suresi, bayrak düştüğü yerden kalkmaz diyorken, birilerinin temelsiz, milliyetçi ve hamasî söylemlerle sorumluluklarını yerine getirmeden, Müminlerin önderliği makamını atalardan gelen bir hakları olarak görmeleri, sadece İsrailoğullarının boş iddialarını andırmaktadır. (Veysel Çelik - Hürseda Haber)
[1] Zerkeşî’ye göre ayetlerin sıralanışı ve sure başlarında besmelenin yazılışı konusu rabbanîdir. Bu konuda ne bir şüphe ne de ihtilaf vardır. Bkz., Zerkeşî, el-Burhân fî Ulûmi’l-Kur’ân, I, 256.
[2] Bakara, 2/42, 122.
[3] İsra, 17/70.
[4] İsra, 17/70.
[5] Bkz., Bakara, 2/40-47.
[6] Yahudilerin de sorumlu tutuldukları temel ilkeler için bkz., Çıkış, 22/21-27; Çıkış, 23/6-9. Allah’ın emirlerine uydukları takdirde üstün olacakları aksi takdirde lanetlenecekleri için bkz., Tesniye, 11/ 21-28.
[7] Bakara, 2/246-251.
[8] Bakara, 2/124.
[9] Bakara, 2/189.