Darbe girişimi ve sonrası
15 Temmuz, sadece başarısız bir darbe girişimi tarihi olarak hatırlanmayacak. Aynı zamanda ABD’nin tüm imkânlarıyla desteklediği bir darbe girişiminin, dolayısıyla ABD’nin bizzat ve ilk kez Türkiye’de yenildiği bir tarihi ifade edecektir.
Yaşananlardan sonra “Amerika bu darbe girişiminin arkasında var mıydı?” sorusu tabii ki yaşananları irdelemek için sorulmayacak. Böyle iken bu şekilde bir soru sorulursa, bilin ki burada amaç, sadece girişimin ardındaki Amerika’nın varlığını perdeleme amacını taşımaktadır.
Ama sorulacak başka sorular vardır ve bu sorular cevap buluncaya kadar da sorulmaya devam edilecektir.
İlkin şöyle bir soru sormak gerekir;
“Amerika, neden Türkiye’de darbe yaptırma ihtiyacı hissetti?”
İkinci olarak;
“Darbe girişiminin arkasında tüm benliğiyle Amerika ve Batılı müttefikleri/NATO var iken Türkiye bundan sonra bu cenahla nasıl bir politika izleyecek?”
İlk sorudan başlayalım.
Türkiye’de ve dış basında doğrudan ya da yarım ağızla darbe girişimini savunan kesimler, genellikle Türkiye bağlamındaki “iç şartlar” üzerinden yorum yapmayı tercih ettiler. Dolayısıyla sözü eğip bükmeden son zamanların moda deyimi haline getirdikleri “Erdoğan diktatörlüğü” üzerinden konumlanmaya yöneldiler. Oysa “iç şartlar” üzerinden devşirdikleri “diktatörlük” meselesi, zaten darbeye zemin hazırlamak için bizzat ürettikleri yapay bir zeminden başka bir şey değildi.
Darbeye giden süreci anlamak için biraz gerilere ve tabii ki “dış gelişmelere” uzanmak lazım. Öncesi ve sonrası ile “Arap Baharı”na uzanmak lazım.
“Arap Baharı” öncesi bölgesel gelişmeleri ve bu esnada Türkiye’ye biçilen rolü hatırlayalım. Bu dönemde nükseden Türkiye’nin efsane “Pro-Aktif dış politika” söylemlerini gözlerimizin önüne getirelim.
Basınıyla, lobileriyle, siyasetçisiyle, diplomasi kulisleriyle ABD ve Batı’nın bir bütün olarak Türkiye’ye ne denli gaz pompaladıklarını hatırlayalım.
ABD ve Batı, belliydi ki koparacakları fırtına öncesi bir şeyler tasarlamaktaydılar. Türkiye’yi bir “Tasarım” ülkesi olarak seçmişlerdi ve bunun adını da “Model Ülke” olarak koymuşlardı. Demokrasisinden, çağdaşlığından, laikliğinden, Muhafazakar-Batı geleneğini harmanladığı tezlerinden hareketle tüm Batılı çevreler adeta övgü kuyruğunda beklemiş gibiydiler. Türkiye her gün bir başka kulvarda parlatılırken, eş zamanlı olarak da “Arap diktatörlüklerinden” dem vurulmakta ve Türkiye’nin bunlara ne denli bir örneklik teşkil ettiğinden bahsedilmekteydi.
Övgü dönemi tüm hızıyla devam ederken Türkiye’nin geldiği nokta, “Bizden habersiz Ortadoğu’da yaprak bile kımıldamaz” olmuştu.
Derken hazırlık dönemi tamamlanmış, “Model ülke” rüzgârı Arap sokaklarını kasıp kavurur hale gelmişti. İsyan şartları zaten dünden mevcuttu. Tek yapılması gereken, bir kıvılcım çakmaktı. Ve Tunus’ta ilk kıvılcım çakıldı.
Tunus, Mısır, Libya derken kükremekle ünlü despotlar, kâğıttan kaplan misali bir bir devrilmeye başladılar. Değişim/dönüşüm/dizayn planları start almış, kağıttan kaplanlar devrilmiş, sıra “Model ülkeye” ve alınacak modele gelmişti.
Planda düzinelerce ülke vardı. Oysa sıra Suriye’ye gelince işler kötüleşmeye başlamıştı. Suriye için üç aylık, altı aylık planlamalar icra edilirken Tunus’ta Nahda, Mısır’da İhvan öne çıkmaya başlamıştı. Kâğıt üzerinde çizilen plan, sahada arıza vermeye başlamıştı. Suriye sahası ise arızayı onarılamaz bir hale doğru sürüklüyordu.
Bu aşamadan sonra her şey karmakarışık bir hal almaya başlamıştı. Amerika, Ortadoğu’da hayal ettiği değişimi beklerken İslami gruplar öne çıkmaya başlamıştı. Plan ters tepince “Dostlar” arasında güven bunalımı baş göstermeye başlamıştı. Suriye meselesi üzerine Amerika çark etme işaretleri verirken Türkiye, Nahda ve İhvan ile safları sıkılaştırmaya başlamıştı. Bir yandan dizayn öngörülen yerler kaybediliyordu; öbür yandan “Model Ülke” farklı bir rotaya girmeye başlamıştı.
Amerika, iyice bunalmaya başlamış, hiç olmazsa bozduğu eski düzene ne kadar dönebileceğinin hesabını yapmaya yönelmişti. Tunus’ta laikçiler homurdanmaya başladı, Mısır’da baltacılar.
İyi mi etti, kötü mü etti ayrı bir mesele, ama Nahda bir miktar geri çekilerek vaziyeti kurtarmaya çalıştı. İhvan ise ancak darbe ile yönetimden uzaklaştırılabildi.
Topun ağzında bir başına kalan ülke ise Türkiye oldu. Suriye üzerine kurguladığı politik açılım ters tepti. Yeni müttefikleri olabilecek İslamcı yönetimler darbe veya entrikalarla nötr duruma düşürüldüler.
Sıra, yıllardır çalışması yürütülen “Model ülke” imajının bozulmasına gelmişti. Yılları alan “Model Ülke” imaj çabaları, bu kez aynı merkezlerce “Diktatörlük” imajıyla silinmeye çalışıldı.
Bir bölgesel dizayn çabası uğruna çizilen “Model Ülke” portresi, bölgesel kalkışmanın başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra yok edilip bir başka portre ile yer değiştirilmesi gerekmekteydi. Bu durum, Türkiye ile Amerika ve Batı arasında büyük bir güvensizlik ortamının oluşmasına sebebiyet verdi.
Amerika, verdiği “Model ülke” imajını geri isterken, Türkiye, özellikle Mısır’da yaşanan ve darbe ile sonuçlanan durumdan epeyce dersler çıkarmıştı.
Pratikte “stratejik ittifak – müttefik” ilişkisi sürse de geleneksel iyi niyetler zedelenmiş ve hasmane tutumlara dönüşüvermişti.
Çok da pratiğe yansımayan hasmane niyetler, ABD için Türkiye’de iktidar değişimini kaçınılmaz kılarken, Türkiye’de ise hedef tahtasına oturtulan Recep Tayyip Erdoğan için bazı tedbirlerin alınmasını zorunlu kılmıştı.
ABD’nin Tayyip Erdoğan yönetimindeki Türkiye’de darbe dahil çekeceği her türlü operasyon için “Koçbaşı” olarak kullanacağı kesin FETO idi. Bunun temellerini de Ergenekon sürecinde atmıştı. Ki sular durulunca Türkiye bu durumu fark etmişti.
Amerika’nın Türkiye’de girişeceği operasyonel süreç için düğmeye basması ile Türkiye’de Erdoğan ve ekibinin FETO’nun ipini çekmeye yönelmesi aynı süreçte yaşanmıştı ve bu hamleler karşılıklı olarak start almıştı.
Erdoğan ve ekibinin operasyon aracı olarak kullanılmaya başlanan FETO’ya ilk yönelimleri ile beraber, zamanında TİMES dergisine kapak olmuş önemli Türk lider imajı, bir anda “Diktatörlük” imajına boyanmaya başlanmıştı. “Arap Baharı” öncesi her fırsatta övülen LAİKLİK anlayışı bir anda “İslamcı – Batı karşıtı” anlayışa dönüşmüştü. Artık “Model ülke”, onlara göre gericiliğe, karanlığa, diktatörlüğe yönelen, Batı değerlerinden uzaklaşan karanlık bir ülkeye dönüşmüştü. Bunun anlamı ise açıktı; Türkiye bu haliyle kabul edilebilir bir ülke değildir ve Tayyip Erdoğan ne pahasına olursa olsun gitmelidir!
Gezi, PKK kalkışmaları, MİT operasyonu, 17/25 Aralık gibi dolaylı darbe girişimleri sonuç vermeyince son çare olarak 15 Temmuz kalkışması kapıya dayanmıştı.
İkinci soru, belki de sorun olarak da darbeyi bizzat yönetmiş başta Amerika olmak üzere Batılı “müttefikler” ile ilişkiler bundan sonra nasıl olacak veya olmalıdır.
Darbeden sonra Türkiye’nin Rusya ve İran ile girdiği, Suriye ile de girmeyi düşündüğü sıcak diyalog, bir yönüyle Türkiye’nin dış politikada yaşadığı aşırı sıkışıklığı giderme adımları iken, diğer yönüyle de darbeci Amerikan eksenine verdiği önemli bir mesaj olarak algılanmaktadır.
Mantık, Türkiye’nin bundan böyle ihanet eden Amerika/NATO eksenine sırt çevirmesi gerektiğini dayatmaktadır. Ancak ABD/NATO ile uzun zamandır yaşanan ilişki, öyle girift bir hal almıştır ki yakayı kurtarabilmek büyük maharetler gerektirmektedir. ABD/NATO ile ilişki, aynı zamanda bünyeye aşılanan kanser hücreleri gibidir. Nitekim FETO üzerinden ifşa olunan gerçek, tüm kurumların ABD/NATO kanadınca ne denli zehirlendiğini göstermek açısından önemli göstergeler taşımaktadır.
O halde vaziyet hep böyle mi sürdürülmelidir? ABD/NATO bağımlılığından kurtuluşun imkânı yok mudur?
Bunun için en önemli adım cesaret ve niyetten geçmektedir. Evvela sana darbe yapmayı planlayan, başarılması halinde seni darağacında sallayacağı kesin olan bu blokla en azından ayrışmayı düşünüyor musun? Veya Ruslarla yaşanan ilişki üzerinden böyle bir niyet okuması çıkarılabilir mi?
Elbette bunun için şimdiden bir kanaat belirtmek oldukça güçtür. Bunu tabii ki zaman ve şartlar gösterecektir.
Hiç kimse kendisine karşı yapılan ihaneti kolayca unutmaz. Amerika da giriştiği bir işi yarım bırakmayı sevmez.
Yılan ile çoban misali gibi “Birisinde kuyruk acısı, öbüründe evlat acısı olduğu müddetçe” eski tarz dostluk ilişkisi bir daha da gelişmez.
Ancak şu soru önemli ve cevabı en çok aranan soru niteliğinde;
Türkiye, ABD/NATO için vazgeçilmez bir ülke. Türkiye, bunlara sırt çevirip Rus eksenine yanaşırsa Batı’nın Ortadoğu politikalarına büyük darbe vurmuş olacak. O halde Türkiye, Rus eksenine yanaşma işaretleri verirken bunu gerçekte ABD/NATO eksenine mesafe koymak için mi yapıyor?
Yoksa ABD/NATO karşısında pazarlık gücünü artırmak için Rus ekseni ile girilen ilişkiyi “Aba altında sopa” niyetine mi kullanmayı düşünüyor?
Darbe sonrası için asıl mesele budur ve bunun mahiyetini de zaman gösterecektir.
Ali Özgür / İnzar Dergisi – Eylül 2016 (144. Sayı)