İsrail ve yenilmezlik efsanesi
Vahşi göçebelerden oluşan terör şebekesi İsrail, 3-5 milyonluk nüfusuyla sadece Filistinlileri ezip geçmekle kalmıyor, aynı zamanda “Müslümanım” diyen herkesin/hepimizin onurunu ayakları altında eziyor.
Filistinliler, vahşi göçebelerin karşısında ölüm pahasına dikilirken, geride kalan Müslümanların yaptıkları çoğu şeyler hamasetten öteye gidemiyor.
Çetecilik ve ihanet dolu tarihsel hafızasını binlerce yıllık geçmişten günümüze taşıyarak birlik ve dayanışma ruhunu İslam karşıtlığı üzerine sergilemeyi başaran Yahudiler, yine birlik ve dayanışmayı önceleyen bir dinin mensuplarının dağınıklığından, birbirlerine düşerek güçlerini yitirmesinden yararlanarak “yenilmezlik” efsanesinin nimetlerinden faydalanmayı sürdürüyor.
İsrail’in sahip olduğu en büyük güç, “Yenilmezlik” efsanesi olarak karşımızda bulunuyor. İslam dünyasının takındığı ölüm sessizliği, hatta yer yer baş gösteren işbirlikçilik ve yardakçılık mantığının altında yatan ana nedenlerden birisi de yine kalplerimize pompalanan bu efsanedir.
Oysa israil’in 2000 yılında Lübnan topraklarını terk etmesi, ardından 2006 yılında Lübnan saldırısında aldığı büyük yenilgi, ardından Gazze’ye dönük işgal girişimlerinde uğradığı başarısızlık, Müslümanların kalbindeki “yenilmezlik efsanesini” yok etmesi gerekirken, maalesef bu efsane hala önemli oranda varlığını koruyabiliyor.
Gelişmelerden ve son yıllarda yaşanılanlardan hareketle İslam dünyası halk olarak bu “korku efsanesinin” kasvetli atmosferinden bir ölçüde yakasını kurtarabildiyse de, Müslüman halkları idare eden yönetimler bu uğursuz atmosferden henüz kurtulabilmiş değillerdir. Bununla beraber bir çok ülke yönetimlerinin korkunun dışında kimisinin gönüllü işbirlikçi tutumu, kimisinin menfaat ilişkisi, kimisinin zaman zaman vicdan ile cüzdan (milli menfaatler, ekonomik çıkarlar) arasında yaşadığı bocalama, İsrail denen terör şebekesinin pervasızlığında önemli etkiler oluşturmaya sebebiyet veriyor.
İsrail’le nasıl baş edilebilir?
İsrail, Filistinlilerin şahsında tüm Müslümanlarla alenen harbediyor. Harbederken de harbin gerektirdiği tüm kuralları ve her çeşit harb aracını mümkün olduğunca sonuna kadar kullanıyor.
Bir kere İslam dünyası isral’le baş etmeyi düşünüyorsa, aynı şekilde harb tekniklerinin tümünü gücü nisbetince kullanmak durumundadır. Elinde sadece meydanlarda haykırmak dışında çok da fazla imkan bulamayan halk toplulukları dışında burada asıl sorumluluk yönetimlere düşüyor.
Ülkelerin yönetimleri israil’le arayı bozmayacak şekilde sadece zorunlu insani yardımlar dışında Filistinlilere yönelik herhangi bir katkı sunamıyorsa, burada Müslüman halklara düşen öncelikli görev, altında yaşadıkları kendi ülke yönetimlerine de belli tepkiler geliştirmesidir. Filistinlilerin düştükleri zor durumdan dolayı elbette insani yardımlara ihtiyaçları vardır ve bu anlamda yapılan yardımlar küçümsenecek değildir. Ancak insani yardımları gerektiren şartlar sorunun çözümünde sebep değil, sadece sonuçtur. Sonuçlarla uğraşılarak sebeplerin izale edildiği hiçbir vaka hasıl olmuş değildir.
2006 yılında Lübnan’a en ağır saldırısını başlatan İsrail, 33 günlük savaşın ilk evresinde sivil yerleşim bölgelerini en ağır şekilde bombalayıp “zafer” beklentisi içerisindeyken başta Arap ülkeleri olmak üzere İslam ülkelerinin çoğu adeta ölüm sessizliğine gömülmüşlerdi. Savaşın ikinci evresinde ise rüzgar tersine dönmüş ve İsrail ordusunun girdiği yerler adeta “tank mezarlığına” dönmüştü. Tek çare ise BM kılığında yapılacak ateşkes çabaları olmuştu. Tam da bu sırada Arap ülkeleri ayağa kalkıp BM kapılarına dayanarak acil ateşkes için bastırmıştı.
İsrail’in kuruluş tarihinden beri 2006 savaşında aldığı ilk yenilgiden sonra zafer konuşması yapan Hasan Nasrullah, Arap ülkelerinin takındıkları “barışçıl” görünümlü ikircikli tavra dikkat çekerek şu sözleri kayda geçirmişti:
“Nasıl makul bir barış elde etmek istiyorsunuz? Her gün petrolü silah olarak kullanmayacağınızı söylüyorsunuz. Birisi size petrolü silah olarak kullanmanızı söylediği zaman onunla alay ediyorsunuz ve bu alçaklıktır diyorsunuz. Silah kullanmak istemiyorsunuz, petrolü bir silah olarak kullanmak istemiyorsunuz, Direniş’in direnmesine izin vermek istemiyorsunuz, Filistin halkının kendi bildiğini yapmasını istemiyorsunuz. Siz yalnızca Rice’ın sözlerine kulak veriyorsunuz. Peki nasıl adil ve onurlu bir barış elde edeceksiniz?”
Aslında Filistinlileri ve İslam dünyasını bir avuç haydut karşısında çaresiz bırakan temel sebep, Nasrullah’ın o gün parmak bastığı sebeplerdi. Ne yazık ki bu sebepler hala canlılığını korumaya devam ediyor.
Kim ne derse desin, her oyunun kendine has kuralları vardır. O kurallara riayet edilmediği müddetçe o oyundan başarıyla çıkmanın imkanı yoktur. İsrail’in temel politikası savaş ve yok etmek üzerine kuruludur. Buna karşı geliştirilecek politikanın esası da israil’in benimsediği yöntemlerden farklı olmamalıdır.
Filistinlilerin ve israil’e karşı mücadele eden direniş hareketlerinin en temel ihtiyacı ölümcül saldırılara karşı koyabilme yeteneklerinin geliştirilmesidir. İslam dünyası bu anlamda kayda değer çabalar içerisine girebilseydi, İsrail denen terör şebekesinin ne denli korkak ve güçsüz olduğu ortaya çıkacaktı.
Kocaman ülkelerin titreyerek önünde el pençe durduğu İsrail denen şer aygıtının güçsüzlüğü, aslında tüm gücüyle defalarca yüklendiği Gazze gibi bir alandan eli boş dönmesiyle, Lübnan’da yaşadığı hezimetle tescillenmiş durumdadır. Ancak İslam ülkelerinin korkaklığı, hatta hainliği israil’i güçlü göstermeye yol açmaktadır.
İsrail’e karşı zaferin anahtarı
Lübnanlı bir yazarın israil’in sonunu müjdeleyen güçsüzlüğünü ve korkaklığını ortaya seren çok önemli tespitleri vardır. Şöyle diyor yazar:
“İşin dini boyutundan bakınca birçok kişi, Zuhur Çağı alametlerinin büyük kısmının gerçekleşmesi sebebiyle İsrail'in sonunun yaklaştığı yorumlarında bulunuyor. Ancak ben burada Lübnan ve Filistin'deki İslami Direnişin ideolojik boyutunun göstergeleri ile yetineceğim. Filistin ve Lübnan'daki bu direniş grupları, Siyonist varlık ile savaşta büyük bir sorumluluk üstlendiler. Konuya bilimsel bir yaklaşımda bulunmak için ise, bazı analiz ve bağlantılara değineceğim.
25 Mayıs 2000'de Siyonist varlık ile olan çatışmamızın tarihinde önemli bir dönüm noktasına geldik. Birçok askeri metot ile savaşan Siyonist ordunun geri çekildiğini bu tarihte ilk defa gördük. 1982 yılından 2000'e kadar uzanan 18 yıllık çatışma tarihinde büyük bir deneyim biriktiren Direnişin darbelerinin, İsrail'in yenilmezliğini ezip geçebileceğini öğrendik. Bu tarihe kadar küçük pusular ve bombalı araçlar ile yürütülen operasyonlar, artık Siyonist ordunun mevkilerine saldırı düzenleyecek boyuta taşındı. Bunun üzerine temellerinden aldığı büyük hasarın ve verdiği kayıpların ardından Siyonist ordu istikrarını kaybetti.
Bu aşamada, düşman ordusu ve yerleşimcilerin moralini etkilemek için savaş araçlarından biri olarak medya araçları büyük rol oynadı. Direniş tarafından düzenlenen operasyonlar, an be an kaydedilerek yayınlandı. Bu sayede düşman ordusunun motivasyonu çökerken, Direniş askerleri ve halkının da motivasyonu yükseldi.(…)
2000 yılında Siyonist ordunun Lübnan'dan aşağılanmış bir şekilde geri çekilmesinin ardından, Direnişin önünde tam 6 yıl vardı. Direniş, bu 6 yıl süresinde 2000 yılının öncesindeki aşamadan farklı yetenekler geliştirmeyi başardı. Yeni bir boyuta taşınan savaşta Direniş; füze ve silahlar, özel birimler ve zırh deliciler ile daha çok ilgilenerek, tüm mevkilerde ayrı birer muharebe metodu benimsedi.
Özel kuvvetler ile ilgili olarak, en önemli üç çatışmaya Marun er-Ras, Binti Cubeyl ve Ayta eş-Şab bölgelerinde şahit olduk. Bu çatışmalarda Siyonist varlık, bazı ihlallere başvurana kadar kayda değer bir ilerleme kaydedemedi. Bu ihlaller sayesinde, Mercaiyyun kışlasına ulaştı. Ancak Direniş düşman ordusuna boyun eğmeyince, Siyonist güçler Birleşmiş Milletler konvoyu ile geri çekildi.
Diğer yandan tanksavar birimlerine gelince, onlarca Siyonist tankını doğrudan vuran Kornet füzeleri İsrail için büyük bir sürpriz oldu. Bu füzeler, Huceyr Vadisi ve Sehl el-Hıyam'da Siyonistlere ait Merkava-4 tipi tankları vurmuştu.
Füzelere gelirsek, Direnişin karada ve denizde korku denklemini eline alması Siyonist varlık için büyük bir sürpriz oldu. Ne var ki, Sar savaş gemisinin C-802 füzeleri ile vurularak imha edilmesi hepimiz için büyük bir sürprizdi. Bu saldırı Siyonist orduyu, savaş donanmasını etkisiz hale getirmek zorunda bıraktı.
Direniş, menzilleri 11-35 km arasında değişen, Grad sınıfı yaklaşık 1500 roket fırlattı. Bu sayede bir milyondan fazla Siyonist yerleşimci, işgal edilmiş Filistin topraklarındaki yerleşim bölgelerini terk etmek zorunda kaldı. Ayrıca yine bir milyonu aşkın yerleşimci, 33 gün boyunca sığınaklarda kalmak zorunda kaldı. Bununla birlikte, Siyonist üretim döngüsünün büyük kısmı devre dışı bırakıldı.
2006 saldırısı sırasında, Direnişin "Fecr-3" ve "Fecr-5" füzeleri ile hedef aldığı Hayfa saldırısının oluşturduğu yeni bir denklem hepimizin karşısına çıktı. Bu saldırıda atılan ve sayısı 50'yi aşmayan füzeler, Filistin direnişinin 2014 yılındaki son savaşta Tel Aviv dahil birçok bölgeye fırlattığı yüzlerce füze ile aynı modeldi.
2006 yılında yerini sağlamlaştıran denklemler, bir daha eskisi gibi olmadı. Lübnan Direnişi, bugün binlerce tanksavarın yanı sıra, menzilleri 250 ila 400 km arasında değişen ve 500 ila 800 kg ağırlığında savaş başlığı taşıyabilen, yüzlerce belki de binlerce Fatih-110 ve M-600 füzelerine sahip. Bu güç, Siyonist varlığı korku ve çöküşe sürükleyebilecek kapasitede. Bu durumda kapsamlı bir savaş ile karşı karşıya kalırsak, Siyonist varlık bunun sonuçları ile yüzleşemeyecektir. Siyonist varlığın kalbi olarak bilinen Tel Aviv ve Gush Dan banliyölerinin hedef alınacağı bir saldırı, düşmanın sivil savunma sisteminin kontrolünü kaybetmesi anlamına gelir. Özellikle Amonyak depoları, Dimona nükleer santrali ve bilinen silah depoları, stratejik hedefler arasında yer alıyor.
Kapsamlı bir savaşın patlak vermesi durumunda doğacak yeni denklem, Siyonist varlığın dayandığı temel dayanak olan Filistin'e göç meselesine büyük bir darbe indirecektir. Bu bağlamda, istikrarlı ve müreffeh bir vatandan gelen yerleşimcilerin büyük geri göçüne şahit olacağız.
Tüm bunların üzerine - ayrıntılarına değinmediğim- bu denklemlerden hareketle şunu söylemek mümkündür: Siyonist varlığın elindekilere kıyasla az imkâna sahip Direniş, Lübnan ve Filistin'de Siyonist varlığa yenilgiyi tattıracak anahtarlara sahiptir.”
Ambargo ve kıt imkanlara rağmen israil’i köşeye sıkıştıran ve aslında sayıları hayli az olan Lübnan ve Filistin direniş hareketleri için İslam dünyası mazlumiyet/mağlubiyet edebiyatı yapmak yerine direnişin gerektirdiği imkanların azıcık bir bölümünü bile karşılama cesareti gösterebilseydi, kim bilir belki de bugün Mescid-i Aksa’ya dönük Yahudi pervasızlığını konuşmak yerine belki de daha başka şeyleri, daha güzel gelişmeleri konuşur olurduk.
Bu bağlamda Golda Meir’in şu sözü hayli anlamlıdır:
“Büyük bir nüfusa sahip Arap toplumu savaşta yenilse bile tekrar güçlenebilir. Ama israil’in böyle bir lüksü yok!”
Hasan Nasrullah’ın 2006 yılındaki zafer konuşmasında söylediği “Direniş için yenilgi dönemi artık bitmiştir” sözü, aslında Meir’in yıllar önce duyduğu endişeye yapılan haklı bir atıf idi. Ne var ki “İçeriden” Lübnan ve Filistin direnişine ahbap geçinenlerin “içeriden” vurduğu ihanet prangaları, hala Siyonist pervasızlığın devam etmesine sebebiyet vermektedir. (Ali Özgür)