Ortadoğu'daki kaos; Batı açısından beceri mi, beceriksizlik mi?
Dünya, Obama’yı uğurlayıp Trump’a “Hoş geldin” havasında iken Obama ile Ortadoğu’da yaşananlar üzerinden özdeşleşen bir “beceriksizlik” yaygarası almış başını gitmektedir.
Temelde Irak’ın işgaliyle başlayan ve Obama döneminde farklı bir tarzla fitili ateşlenen kaos dalgası Ortadoğu’yu pençesine almış durumdadır. Kaosun kol gezdiği bu dönemde, kaosa katkısı inkar edilemeyecek olan Obama yönetimi için “Beceriksiz” benzetmesi yapmak belki de şu iki nedenden kaynaklanmaktadır;
Birincisi;
Olan biteni sadece günübirlik gelişmeler üzerinden okumaktan hareketle, Batı’nın geleceğe dair “Ortadoğu’nun yeniden inşasının” fikri temellerinni görmezden gelmek.
İkincisi;
Uzun süreden beri devam eden küresel hegemonyanın Ortadoğu’nun modern insan tipinde oluşturduğu hegemonik bağımlılıktan hareketle “Çobansız” yaşanılamayacağına dair yerleşen batıl inancın sağlamlığı.
Ortadoğu ve küresel hegemonya açısından “önce kaos, sonra dizayn” şeklinde yakın tarihin iki model uygulaması vardır;
Lübnan ve Balkanlar!
Batı’nın dizayn girişimlerinde Balkanlar detay ise Lübnan özettir. Meseleyi çoğu zaman salt “Boşnak katliamı” üzerinden okusak da, Balkanlarda Batı hegemonyası tarafından 1990’ların başında tetiklenen “kontrollü kaos” süreci, bilahare yine Batı’nın doğrudan müdahalesiyle bitirildi. Burada oluşan yeni siyasal düzen, irili ufaklı bir dizi yeni devletler peydahladı. Ki o devletlerin neredeyse tümü şu anda “Rus tehdidine” karşı Amerika/NATO’nun balistik silah depoları işlevini yürütür hale gelmiştir.
Batılı dizayn teorisyenleri, dizayn politikalarında ilkin minik hacimli “Lübnanlaşma” benzetmesini kullanırlarken, daha geniş bir alanı ve sosyal çeşitliliği barındıran Balkanlardaki uygulama modelinden sonra “Lübnanlaşma” kavramından sıyrılıp “Balkanlaşma” kavramına yönelmeyi tercih ettiler. Ki bu teorisyenlerin başında Bernard Lewis’i görmek mümkündür.
Kökeni Yahudi, uyruğu İngiliz olan Bernard Lewis’in 1970’li yıllarda ortaya attığı dizayn teorilerinin etkisi bugün Ortadoğu’da “kaos” olarak karşımıza çıkmış durumdadır.
Biraz gerilere gidelim.
6 Ekim 1973 yılında Mısır ve Suriye koordinasyonunda israil’e yönelen “Yom Kippur” harekatı, israil’i zor durumda bırakır. En kritik aşamada ABD’nin israil’in imdadına yetişmesi, savaşın seyrini değiştirir. Arap güçleri bir kez daha yenilir. Arap dünyasında Amerika ve Batı’ya karşı büyük bir öfke kabarır. Milliyetçi duygularla kabaran öfke, Arap ülkelerinin Amerika’ya karşı petrol ambargosu uygulamasını beraberinde getirir. Kısa süre sonra ambargonun sınırları genişler, Avrupa ve Japonya gibi ülkeleri de kapsamaya başlar. Bu durum iki açıdan ABD ve diğer Batı ülkelerini ciddi manada rahatsız eder. Milliyetçilik etrafında Araplar arasında başlayan “birlik” görüntüsü ve petrole dayanan sanayilerinin düştüğü zor durum.
Amerika, bu duruma köklü çareler aramaya başlar. Dönemin Ulusal Güvenlik Danışmanı Henry Kissinger, petrol ambargosuna da yol açan “Arap Milliyetçiliğinin” dağıtılması üzerine planlama yapma talimatı verir.
1974 yılında Amerika’ya yerleşen Lewis, Perinceton Üniversitesinde çalışmaktadır. Kissinger’in hedeflediği çalışma işte bu üniversitede ve Bernard Lewis başkanlığında yapılır. Bu toplantıya deneyimli Oryantalistler katılır. Bu toplantıda şekillenmeye başlayan “Lewis vizyonu” aynı zamanda bir “Amerikan vizyonu” niteliğine bürünüp bugünlere sarkar.
Lewis’in planlamasını yaptığı öngörüye göre Ortadoğu’dan Himalayalar’a kadar hedef bölgenin sınırları çizilir. Osmanlı yönetim modelinden hareketle merkezi gücün idaresinde her türlü dini, mezhebi ve etnik unsurların geniş muhtariyete sahip olduğu bir federal veya konfederal sistem öngörülür. Bunun için de Ortadoğu’da mevcut devletlerin yıkılması ve belirlenen unsurlar göz önüne alınarak yeni modellerin peydahlanması tasarlanmıştır.
Bundan sonraki süreçte planlamanın detayları ise Siyonist kaynaklarca seslendirilmiştir. Bugün karşılaştığımız Irak ve Suriye kaynaklı iç çatışma ve yaydığı kaos potansiyeli, aslında temelleri Lewis planıyla atılmış senaryoların günümüze sarkan yansımalarından başka bir şey değildir.
Siyonist yayın organı Kivunim dergisinde 1982’de yayınlanan İsrailli diplomat Oded Yinon imzalı makalede tam da bugünlerde yaşananlar resmedilmektedir. Türkiye ve İran’ın da etnik yapılarının istikrar vaat etmekten uzak olduğunun belirtildiği makalede Yinon, Irak ve Suriye ile ilgili bugün izlediğimiz tabloyu 1982’de açıkça betimlemiştir.
“Irak, israil’in güvenliği için Suriye’den daha büyük bir tehdittir. Çünkü daha güçlüdür ve parçalanması, Suriye’nin parçalanmasından daha önemlidir. İsrail’in güvenliği için Irak’ın üçe bölünmesi gerekmektedir. Irak’ın bölünmesinde Osmanlı döneminde Bağdat, Basra ve Musul idari bölünmesi esas alınarak etnik ve mezhep temelleri üzerinden kuzeyde bir Kürt devleti, ortada Sünni devleti ve güneyde Şii devleti kurulmalıdır.”
Irak’ı bugün aldığı hal itibariyle yaklaşık 35 yıl önce kağıt üzerinde bölen Yinon, Suriye ile ilgili de şöyle bir tasarım yapmaktadır:
“Suriye, etnik ve dini yapısına göre bugün Lübnan’da olduğu gibi çeşitli devletlere ayrılacaktır. Kıyıda bir Alevi devleti, Halep bölgesinde bir Sünni devlet ve Şam bölgesinde ona düşman bir başka Sünni devleti, Golan bölgesinde ise bir Dürzi devleti kurulacaktır. Bu yapı barış ve güvenliğimizin garantisi olacaktır.”
1978’de Lewis’in planı ile 1982’de Yinon’un kaleminden sadır olan planlamayı yan yana getirin. Buna, 1991’de vuku bulan “Birinci Körfez Savaşı” ile 2003’teki Irak’ın işgalini ekleyin. Bir de Suriye’de bugün yaşanan tabloyu düşünün. Ortaya çıkan gerçek şudur; Hiçbir şey tesadüf değildir ve Batı’nın attığı her adım mutlaka yıllar öncesinden senaryosu çizilmiştir.
Yazının ilk bölümünde Lewis planının, Kissinger’in “Arap milliyetçiliğini dağıtma” direktifleriyle oluşturulduğunu belirtmiştik. 1991’deki Birinci Körfez harekatı sonrasında Lewis’in Foreign Affairs dergisinde yer alan yazısında özetle şu iki tespite yer verilmiş olması manidardır:
“Birincisi, Arap ülkelerinin birleşerek Irak’a karşı savaşması Arap milliyetçiliğine ağır bir darbe vurmuş, bundan sonraki tehdit artık radikal köktendincilik olmuştur.
İkincisi, Ortadoğu artık Lübnanlaşma sürecine girmiştir.”
“Lübnanlaşmanın”, her farklı etnik/dini/mezhebi grubun birbirine silah doğrulttuğu, devlet aygıtının tamamen işlevsiz kaldığı bir olguya işaret etmesi olarak özetlersek, bugün yaşanan durum, Lewis’in yakaladığı başarı oranı olarak karşımıza çıkmaktadır ki, bu oran, henüz planın tüm aşamaları hayata geçirilmemiş olmasına karşın oldukça yüksek düzeydedir.
Ve Lewis’i keşfeden Kissinger…
2013 yılında Ford Okulu'nda konuşan, Henry Kissinger, bölgeyi Avrupa'daki “Otuz Yıl Savaşı” ile mukayese etmeye ilave olarak, Suriye'nin balkanlaşarak “şu veya bu düzeyde özerk bölgelere” ayrıldığını görme arzusunu şu sözlerle ortaya koyuyordu:
“Üç muhtemel sonuç var. Esad'ın zaferi, Sünni zaferi, yahut çeşitli milliyetlerin, bir arada, fakat birbirlerine baskı yapamayacak şekilde şu veya bu düzeyde özerk bölgelerde yaşamayı kabul edecekleri bir sonuç. Benim görmek istediğim sonuç budur. Fakat popüler görüş bu değildir… Ben de Esad'ın gitmesi gerektiğini düşünüyorum, ama temel meselenin bu olmadığını düşünüyorum. Temel mesele şudur: bu durum, çeşitli Hristiyan grupların birbirlerini öldürüp en sonunda, birlikte ama ayrı birimler içinde yaşamaları gerektiğine karar verdikleri, Otuz Yıl Savaşı sonrası Avrupa'sına benziyor.”
Kissinger’in “Bir arada, fakat birbirlerine baskı yapmayacak şekilde şu veya bu düzeyde özerk bölgelerde yaşamayı kabul etmek” sözü, konfederal bir yapının tesisi anlamına gelir ki, bu yapıyı idare edecek merkezi yönetim de Amerika olacaktır. Yıllar öncesinin planlaması ve günümüze sarkan çatışmalı süreç tam da bunu öngörmektedir.
Elbette Ortadoğu’dan Himalayalar’a kadar olan hedef bölge söz konusu iken bu geniş hinterland içinde yer alan çok farklı ülkeler vardır ki, planın başarıyla uygulanması için daha nice ülkelerin “Lübnanlaşma/Balkanlaşma/Iraklaşma/Suriyeleşme” serüvenine katılması gerekecekti.
Aslına bakılırsa isimleriyle zikredilen başka ülkeler de söz konusudur. Zaten çatışmaya itilen ülkelerin “bölgesel kaos” yayma potansiyeline kavuşturulmalarının amacı da budur; Domino ilkesi...
Bir dönem NATO’nun Avrupa birlikleri komutanı olarak görev yapan Wesley Clark, bilahare yazdığı bir kitapta Irak işgaliyle ilgili olarak şu görüşlere yer vermektedir:
“Kasım 2001’de Pentagon’a döndüğüm dönemde yüksek rütbeli bir subayla yaptığım bir sohbette, ‘Evet, hala Irak’a karşı bir operasyon için iz sürmekteyiz.’ Ancak daha fazlası vardı. Bu, beş yıllık bir planın parçası olarak konuşulmuştu ve toplam yedi ülke söz konusuydu. Irak ile başlanacak, sonra Suriye, Lübnan, Libya, İran, Somali ve Sudan gelecekti. ‘Evet’ diye düşündüm. Bu, onların “bataklığı kurutmak” diye konuştuklarında kasdettikleri şeydi. Aynı zamanda bir soğuk savaş yaklaşımının da kanıtıydı. Terörizmin bir devlet sponsoru olması gerekirdi ve bu devlete saldırmak daha etkili olurdu.”
Sıraya konulan ülkeleri başka batılı stratejistlerin yazılarında da görmek mümkündür. Hatta Bush döneminin Ulusal Güvenlik Danışmanlığı döneminde Condi’nin çıtayı yükselterek sıraya konulan ülke sayısını 25’e kadar çıkardığını biliyoruz. 25 ülke demek, herhalde Ortadoğu’dan Himalayalar’a kadar olan bölgede yer alan tüm ülkelerin bu kapsamda olması hedeflenmiş olmalıdır.
Plan, kabaca yeni bir bölgesel şekillenmeyi içermektedir. Şekillenmenin içeriği ise bölgesel bazda hiçbir grubun birbiriyle barışık olmayacak şekilde çatıştırılmasından geçmektedir. Bunun neticesinde hiçbir farklı grup tek başına ülke olamayacak, sadece özerklik sistemiyle devasa bir konfederasyonun küçücük uzuvları haline geleceklerdir. En tepede ise tabii ki merkezi yönetim olarak Amerika yer alacaktır.
Bu planın tesisi için de farklı unsurların ayrıştırılması sürecinin işlemesi gerekmektedir ki, bu da geniş bir kaos dalgasına yol açması gerekmektedir. Önce kaos oluşacak, devlet aygıtı her alanda iflas edecek, sonra da yenişemeyen unsurlar kurtarıcı beklentisiyle konfederasyon ağası olarak Amerika’ya yalvaracaklardır.
Tekrar başa dönecek olursak;
Ortadoğu politikalarından dolayı Obama yönetimi hep “beceriksizlikle” suçlandı, suçlanmaya da devam edilecek. Oysa yürütülen Amerikan politikası asla “beceriksizlik” üzerine kurulu değildi. Tam tersine kökü derinlerde olan uzun bir planlamadan fışkıran büyük bir “becerinin” eseriydi.
Kaos kol geziyor ve kaosun olduğu yerler büyük bir iştahla kurtarıcı beklentisi içerisine giriyor.
Kim bilir, belki de Trump, beklenen/arzulanan kurtarıcı olmak yolunda önemli bir işlevle Amerikan derin devleti tarafından piyasaya sürülen bir figürdür!
Son bir not;
Amerika’nın Suriye sahasında Türkiye gibi bir sadık müttefiğini bir kenara itip YPG gibi pespaye bir örgütle sahada rol almaktadır. Amerika’nın neden YPG’yi Türkiye’ye tercih ettiği meselesi çokça irdelenmesine karşın tatminkar bir cevap ortaya konulamamıştır.
Bunun izlerini de Lewis’in federal/konfederal bölgesel sistem planlarında ararsak abartmış olur muyuz acaba?
PKK/YPG ne tür bir sistemi savunduğunu, sistemin görünür ideologu Öcalan’ın “Ordadoğu’nun demoqratikleştirilmesine” dönük aşırma yönelimlerinin ne denli köpürtüldüğünü biliyoruz.
Temelde bir Lewis planı olan “Öcalan’ın Konfederal/demoqratikleştirme” söylemi, ilk kez pespaye bir grup tarafından benimsenip reklamı yapılmaktadır.
Bu durumda Amerika, Lewis planının ilk pratik örgütü olan PKK/YPG’yi desteklenmesin de ne yapılsın?
(İnzar Dergisi)