Ebrehe'ye karşı Bizans Papazlarından rol mü çaldık?!
Suriye’de yaşanan ve yediden yetmişe her kesi etkileyen dramatik hadiselerin “Arap Baharı’nın” tipik bir yansıması olduğu gerçeğini hiçbir zaman göz ardı etmememiz gerekecek.
“Arap Baharı” ile başlatılan sürecin de aslında Sykes-Picot düzenini ihtiyaçlara cevap veremediği gerekçesiyle revize etme gereği duyan küresel hegemonyanın, İslam dünyasını bu kez Bernard Lewis’in fikriyatına bağlı kalarak Huntington ve Fukuyama gibi “Fikriyat değnekçilerinin” tezleri doğrultusunda yeniden biçimlendirme süreci olduğunu asla unutmamamız gerekecek.
“Arap Baharı’nın” başladığı süre zarfının üzerinden uzunca bir vakit geçmiş değildir. Yine yediden yetmişe neredeyse herkesin politize olduğu bir dönemde start alan “Bahar” için İslam dünyasında siyasetçisinden akademisyenine, gazetecisinden ırgatına kadar neredeyse herkesin üzerinde “Müttefekun aleyh” olduğu tek “tespit”, herhalde “Sürpriz” kavramı olmuştu.
Devasa bir dönüşüm planlamasıyla deyim yerindeyse İslam kıyılarında dev dalgalara dönüşen “Arap Baharı”, tüm İslam dünyasında ilk etapta ve sadece “Sürpriz” olarak karşılanmış olması, tam da bu dönemde sosyologların hatta psikologların üzerinde derinlemesine çalışma yapmaları gerektiği bir menba olarak orta yerde durmaktadır. İleriki dönemlerde ise herhalde tarihçilerin ilgi alanına dönüşecek önemli bir tarihsel dönem aralığı olmaya aday durumundadır.
Küresel hegemonya, ismiyle müsemma olduğu şekliyle hegemonyasını sürdürmek, aksayan yönleri onarmak, gerekirse hegemonik düzeni komple yıkıp yerine yeni bina inşa etmek için hiçbir zaman atılımlardan geri durmamıştır. Daha önceki örneklerde şahit olunduğu üzere belli bir ülkeye dadanması “onarım” olarak kabul görecekse, Kuzey Afrika’dan Himalayalar’a kadar olan geniş bir bölgeyi manevra alanı olarak seçmesi, eski binayı yıkıp yeni bir “Hegemonik inşa” süreciyle alakalı bir durumdu.
Bu denli geniş bir “Hegemonik inşa süreci” mutlaka arka planı bulunan bir fizibilite çalışmasına gerek duyuyor olmalıydı. Üzerinde siyasal etütler yapılmış, “akademik çevrelerde” uzun süreli araştırma ve tartışmalara konu olmuş, üzerinde düzinelerce rapor düzenlenmiş, operasyonel merkezlerde enine boyuna tartışılmış, siyasal mahfillerin onayından geçmiş derinlemesine bir arka plana sahip olmalıydı.
Bir önceki yazımızda bu arka plana, planın fikir babalarına, fikirlerinin dayandığı ince planlara kısmen değinmiştik.
Öncelikle şunu unutmamamız gerekir ki, küresel hegemonya kaynaklı hiçbir atılım, İslam dünyasında hâkim olan, derinlikten uzak, günübirlik ve yüzeysel kavramlar ve kavramalarla ilgili bir durum değildir. Meseleleri hangi kavramlarla irdeleyeceğimizi belirledikleri gibi, nasıl kavramamız gerektiğini de karar altına alırlar.
Sorunlar, saldırı hazırlıkları, kem planlar “teori” aşamasındayken sağ olsunlar akademisyenlerimiz, siyasetçilerimiz, yorumcularımız, analistlerimiz başarılı değerlendirmeler yapmaktan geri durmazlar. Şeytani planları en ince detayına kadar irdelerler. İslam dünyası olarak zaten bilgi üretme kabiliyetimiz yerlerde sürünmektedir. Hegemonik mahfillerden aşırdığımız bilgiyi belki iyi harmanlıyoruz, ama o bilgiyi kullanma becerisini de bir türlü ortaya koyamıyoruz.
Mesela yaklaşık son on yıl içerisinde İngiliz bakiyesi paylaşım düzeni olan Sykes-Picot’un artık küresel aktörlerin ihtiyaçlarına cevap veremediğini yazmayan, çizmeyen, dillendirmeyen ilgili hiçbir çevremiz kalmadı. Tespit açısından bunlar doğru muydu, evet doğru!
Sınırları çizilen geniş bölgede yeni bir dizayna ihtiyaç duyulduğu, Amerika’nın başını çektiği küresel hegemonyanın bu maksat için yeni bir hamle başlattığı ya da başlatacağını söylemeyen içimizdeki ilgili çevreler kalmış mıydı? Hayır!
Dizayn için müdahale edilecek otuza yakın ülkeyi ismiyle ve hangi fay hatları üzerinden kaça bölüneceğini, ayrıştırılacak fay hatları üzerinden tüm bölgeyi etkileyecek bir iç çatışmanın öngörüldüğünü yazmayan, çizmeyen dillendirmeyen kalmış mıydı? Hayır!
Bugün yaşanan ve acıları karşısında herkesi, hepinizi, hepimizi etnik veya mezhepçi kulvarlara savuran trajik tablolar yirmi hatta otuz yıl öncesinden yapılan ve hepimizin defalarca okuduğu, belki çoğumuzun ezberlediği Pentagon kaynaklı planlar değil midir?
Mesela israil’in arzuları doğrultusunda Irak’ın üçe bölünmesi planlarını…
Mesela Suriye’nin dörde beşe bölünme planlarını…
Mesela Irak ve Suriye’den sonra sıranın Türkiye’ye geleceği tezlerini ve bugün yaşananlar…
Mesela Türkiye’den sonra sırada İran’ın olduğu gerçeğini…
Mesela Libya’ya dair planları…
Mesela Şii-Sünni fanatizminin körükleneceğini…
Mesela etnik ayırımcılığa yatırım yapılacağını…
Mesela Sudan; Kaş ile göz arasında ikiye bölündü. Neden bölündü, nasıl bölündü? Cevabını merak edenler, otuz yıl önceki Amerikan planlarına müracaat edebilir, otuz yıllık geçmişe sahip planlarda resmedilen tabloların bugün nasıl “Fotoğraf sergisi” tadında önümüze konulduğunu pekâlâ görebilir.
Hani dedik ya, neyi nasıl görmemiz gerektiğine, nasıl kavramamız gerektiğine de karar verirler diye.
“Arap Baharı” ilk start aldığında sopadan önce İslam dünyasının önüne bir iki havuç attılar. Hepimiz o havuçları kemirmenin verdiği haz ile oyalanırken “Bahar” kavramını önce yutturdular. Sonra “Sürpriz” kavramı havuçlara serpilen tuz gibi ağzımızda hoş bir tada dönüştü. Havuçları henüz bitirmemiştik ki hep birlikte geğirmeye başladık; “Bütün dünya Arap Baharı’na hazırlıksız yakalandı!”
Hayır efendim!
“Bütün dünya” dediğin küresel hegemonya hazırlıksız falan değildi. Öyle bir hazırlık yapmışlardı ki… Hazırlıksız olan sendin! Yüzlerce sopaya hazırlanıyorduk, bir iki havuç karşılığında!
İşin doğrusu, küresel saldırıya karşı ev ödevimize iyi çalıştığımızı düşünmüştük. Neyi hedeflediklerini madde madde, satır satır ezberlemiştik. Hatta burun buruna geldiğimiz sınav sorularının tamamı da çalıştığımız konulardan çıkmıştı. Lakin sınav başlayınca heyecanlandık, afallamaya başladık. Belki çalışmamızın “ezbere” dayalı olması, belki kısmen açık uçlu sorularla karşılaşmamız… Ama afalladık işte!
Derken “Bahar” havası bir uçtan girdi, öbür uçtan çıkmaya başladı. “Bahar” havasının geride bıraktığı her ülke, fil saldırısına maruz kalan züccaciye dükkanına döndü. Öyle bir enkaz ki, bu kez kırılan CAM değil, CANdı. Paramparça olan vazolar değil, bedenlerdi. Yıkılan bu kez raflar değil, sokaklardı, şehirlerdi, medeniyetlerdi.
Hani biz, yani elinden bir şey gelmeyen “Sayın seyirciler”, Mekke ahalisi gibi “Ya Rabbi! Buraları mübarek beldeler, bu insanlar da Resul’ünün ümmeti. Buraların sahibi sensin, bunlarla ancak sen baş edersin!” gibi en azından bir ortak duada buluşabilseydik, belki de Rabbimiz duamızı kabul eder, “Ebabil kuşları” ile modern Mamut’a ibretlik bir ders verebilirdi!
Oysa tam tersine enkazı gördükçe hiddetlendik, hiddetlendikçe klavyelere sarıldık, önümüze altın tepside sunulan “Dijital fitnelerin” her çeşidini “Kurtuluş reçetesi” diye yayıp suçlama aracına dönüştürdük.
Enkaza dönüşme sırasının biz farklı kulvarlardaki “sayın seyircilere” geleceğini bile bile, terennüm ede ede birbirimizi suçlamaya, birbirimizle didişmeye, didişmede üstünlük sağlamak için Ebrehe’ye müracaat etmeye başladık.
Kahrolası çağdaş Ebrehe, develerimizi vermedi, ama hiç birimizin müracaatını da geri çevirmedi. Hepimizi mühimmata boğmaya başladı. Öyle sofistike silahlar, mühimmatlar gönderdi ki; “Şii kâfirler(!)… Terörist Sünniler(!)… İşbirlikçi Kürtler(!)… İşgalci Türkler(!)”
Şarjörlerimizi bu mermilerle doldurup birbirimize sıkmaya başladık. Ebrehe, sıranın bize geleceği günün hasretiyle yanıp tutuşurken, bahşiş niyetine verdiği “kurşunları” birbirimize sıkarak Bağdat’ı, Halep’i Musul’u koruyabileceğimizi zannettik!
İnsanlar gözümüzün önünde topluca katledilirken, medeniyet beşiği şehirler yakılıp yıkılırken biz “Sayın seyirciler” bir anda kendimizi cenk meydanında kâfir(!) biçiyor hissine kapıldık. Bir kez daha keskin kılıçlarımızla “Çaldıran’da” karşılaşmıştık sanki. Kimimiz Yavuz, kimimiz Şah İsmail’den rol çalmaya başladık! Ve bir anda kendimizi “Kafir Şiiler(!)” ile “Sünni Teröristler(!)” meydan muharebesinde bulmaya başladık!
Aslına bakılırsa dayatılan dizayn mücadelesini beynimizde, kalbimizde, gönlümüzde peşinen kaybetmiştik zaten. Meğer bölgesel alanı formatlamak isteyen küresel güçler, önce beynimizi formatlamıştı da haberimiz yokmuş. “Kâfir Şiiler(!)” ile “Sünni Teröristler(!)” meydan muharebesi, zihinsel formata ne denli uyumlu hale getirildiğimizi çok acı bir şekilde göstermeye yetmeliydi. Oysa… Yetmediği aşikâr! O kadar virüs kol geziyor ki kimi belleklerde…
Küresel tahakküm saldırganlığına karşı halimizin resmedildiği tarihsel arka plan örnekleri var mıdır acaba?
Yıl 1453! Fatih’in orduları Konstantiniye surlarında gedik açıp fethe hazırlanırken, kimi Bizanslı can derdinde, kimisinin derdi ise öyle renkli ki!..
Hıristiyan din adamları… Toplantı ve hararetli bir tartışma!
Toplar patlıyor… Surda gedikler açılıyor… Oluk oluk kan akıyor… Ama Papazların derdi başka!
Tartışma öyle bir hararetle sürüyor ki; “Efendim, Melekler erkek mi, dişi mi?!”
Papazlar tartışmaya devam ededursun, Kostantiniye fethedilip İstanbul oluverdi!
İlginç bir benzetme olacak ama; ABD/İsrail/NATO/Batı… Bugün güç birliği edip Fatih’ten rol çalarcasına ülkelerimizi, şehirlerimizi, medeniyetimizi muhasara altına almış… Surlarımızda kocaman delikler açılmış… O deliklerden oluk oluk kanlarımız akmakta! Bizde tartışmanın harareti ise motor yakacak cinsten!
Sanki Bizans Papazlarından rol çalmışız gibi; “Efendim, Şii mi Sünni mi?!.. Türk mü Kürt mü?!.. Fars mı Arap mı?!.. Pers mi Osmanlı mı?!..”
Şii, Sünni, Türk, Kürt, Fars, Arap vs vs… Allah aşkına hanginiz, hanginizin mezhebi, dini, dili, toprağı, serveti, petrolü bu hayasız küresel akının hedefi değil ki?!
Hanginiz format listesinde değilsiniz ki?!
Tamam… Aranızdaki ilişkiniz, birbirinize bakışınız, yönetim beceriniz, idari kabiliyetiniz mükemmel değildir. Etle tırnak benzetmenizin altı bile boşluklarla doludur. Ama saldırı dalgasının hedefinde hepiniz varsınız!
Ebrehe’ye karşı ne Abdulmuttalib’in ne de Mekke’nin ilkel kabilelerinin tavrını sergileyemiyorsanız, bari kuşatma altındaki Bizans Papazlarının tavrını sergilemekten vazgeçin!
Ali Özgür / İnzar Dergisi – Ocak 2017 (148. Sayı)