Cumhuriyetin Büyük Salonu ve Küçük Odada Tepişen Particikler
Cumhuriyet'in ilanıyla birlikte Türkiyede, aynı zamanda tek partili bir yönetim sürecine de girilmiş oldu.
Bu dönemi kuşkusuz tek partili bir diktatörya dönemi olarak tanımlanayabiliriz.
Osmanlı sonrası halkın inanç ve kökleriyle taban tabana zıt, kurgulanmış bir rejimin, Devletleşme sürecinde kurumsalllaşması için belli bir zamana ihtiyaç vardı.
Batı hayranı bir kadronun örgütlediği halkın, çok büyük bedeller ödeyerek kurduğu Devlet, 'yönetimin şekli' konularında, halka sorulamayacak kadar önemli değişiklikler ihtiva ediyordu.
Bu köklü, adına 'inkilaplar' denilen yol ayrımının hiçbir dönemecinde yada kavşağında halk yoktu.
Halkın iradesi yoktu.
Halkın tercihi yoktu.
Yeni Cumhuriyet manifestosunu belirlerken 'halka sorma' yada 'çok tercihli seçim' gibi kelimeler olabilecek en tehlikeli şeydi.
23' ten 1950 ye kadar hiçkimse 'seçim' kelimesini ağzına dahi alamadı.
Bu 27 yıllık zaman zarfında kurumlar şekillendirilirken eskiye dair, dine dair, maneviyata dair herşeyden arındırılması gerekiyordu.
Çok yönlü sürdürülen bu faaliyet kendini ihya ederken muarızlarını imha etmekten hiçbir zaman çekinmedi.
İşte bu yöntemlerle sürdürülen cumhuriyet yönetimi, 2. dünya savaşı sonrası şekillenen , yeni dünya düzeninde, liberalleşen, halkların tercihlerinin ön plana çıktığı dünya denkleminde kendine yine kurgusal olarak bir yer edinmeyi becerdi.
Ya 'tek tip, tek adam' görünümü veren bir diktatörya olacaktı, ya da tüm bunları kamufle edecek bir dönüşümle, insan haklarının ön plana çıkarıldığı, seçimin, halkın, demokrasinin ağızlardan düşürülmeyeceği çağdaş bir Cumhuriyet görünümü verecekti.
Yeni kurgu, kendine has 'demokrasi', 'çok partili dönem' ve sistem çerçevesine sadık kalacak 'partiler' in teşekkül edilmesi şeklinde oldu.
Gizli bir askeri dikta şekline dönüştürülmüş rejimin, herhangibir aykırı parti iktidarıyla değiştirilemeyeceği kesindi artık.
Kuşkusuz bu sancılı dönemde kurulan partilerin sisteme entegre edilmeleri, sistemin kutsalları karşısında secde etmeleri, sınanmaları, denenmeleri ve en nihayetinde sistemin birer Sadık hizmetkarları haline gelmeleri kolay olmadı.
Sistem, gördüğü en ufak bir aykırılığa bile tahammül göstermedi.
İster legal hak arama yolu ile olsun ister silahlı isyan.
Hepsini aynı kategoride değerlendirdi ve aynı cezayı reva gördü.
Adnan Menderesi de astı, Seyyid Rızayı da.
Cumhuriyeti sahiplenen (ki bu sahiplenme bir malın sahiplenmesinden farksızdı) kurucu kadro, askeri bir hiyerarşi şeklinde legalitenin, partilerin, sivil kurumların arkasında elinde balta ile varlığını hiçbir zaman eksik etmedi.
Bu, çoğunlukla 10 yılda bir geleneksel olarak tekrarlanan darbeler şeklinde olsada, korkutma, kaçırma, öldürme günlük bir rutindi.
Ama hiçbir baskı halkın hak arama azmini kıramadı. Kıramazdı.
Çünkü 'hak', 'doğruluk', 'özgürlük' gibi kavramlar insan kalbine serpilmiş tohumlar gibi eninde sonunda bir isyan olarak toprağı delip havayla temas kuracaktı.
Aslında yeni Cumhuriyeti yöneten üst akılın daha ilk günden beri çağdaşı olan diğer tüm dikta rejimlerinden farklı olarak halkın inanç ve sosyolojisine uygun yaptığı en akıllıca hamle, 1924 de 'Diyanet İşlerini' kurup en yüksek merci olan Başbakanlığa bağlamasıydı.
Bu öyle etkili bir hamleydi ki, dini duyguları kontrol eden halkı kontrol ederdi.
Cumhuriyet hala bugüne taşınmış ve kemalist ideoloji gündemliğini koruyorsa bunu ne askeri vesayetine nede polis teşkilatlarına borçluydu.
Bunu 1924 te temellerini attığı 'diyanetle' başardı.
Kontrol amaçlı olan bu kurgu programı teşkilat gücünü artırdıkça köy köy, kasaba kasaba rejimin kolonları sağlam temeller üzerine yükseltildi.
Aslında kısa bir parantezle bahsettiğimiz diyanet mevzusu bu yazımızdaki temel anlatımla çok alakalı.
Dinsizlik fikri ile müsteğil bir kadronun laik bir cumhuriyete koruma kalkanı olarak dini kullanması inanılmaz bir başarı.
Ve bunun meyvesi olarak yetişen nesillerin muhafazakar duygularla laik rejimi sahiplenmeleri inanılmaz bir ibret.
Baskının sindiremediği toplumlarda halkın öfkesini dindirmek için gaz alma politikası.
Bütün bunlardaki başarı ivmesini hesaplayan sivil kılıflı askeri rejim, demokratik dönüşümde vazgeçilmez birer unsur olan partilerin teşekkülündede diyanet taktiğini büyük bir ustalıkla kullandı.
Öyle ki ardısıra kurulan tüm partilerin din soslu olması sağlandı.
Milliyetçi ama muhafazakar,
Sağcı ama dindar,
Laik ama namaz kılan cinsten,
içkici ama kamera karşısında sarhoş ağızla Allah diyenden,
Sahtekar ama dua edebilenden,
Hırsız ama hayır yapmayı ihmal etmeyenden... İla ahir..
Ama,
Bütün bunlar ne kadar başarı sağlarsa sağlasın, beyazda lekenin çirkin bir görüntü bırakması gibi bu politikacılarında pis çehreleri hep sırıttı
Atatürkçülük, Kemalizm ve laiklik halkın nazarında sürükli kan kaybetti.
Tüm politik sahtekarlıklara, dini hutbelere, askeri tedbirlere rağmen.
Yüzyılın başına gelindiğinde varlık yokluk mücadelesi veren Kemalizm in imdadına, boğulmasına ramak kala bir can simidi gibi yetişen, yine diyanet benzeri partilerin yardımı oldu.
Daha inandırıcı
Daha ikna edici
Ve daha kenetlendirici bir şekilde. (İdris Yamaç - Hürseda Haber)