Sevkler ve İnsan Olduğumuzu Hatırlamak
“Sevk zulmü devam ediyor”, haberlerini sıklıkla duyuyorsunuz, son dönemlerde.
Sevkler her ne kadar “yer darlığı” ile izah edilmeye çalışılıyorsa da tercih edilen yerlere ve uygulanan muameleye bakılırsa; bunların bilinçli bir politika olduğu söylenebilir.
Yani ceza üstüne ceza ve süründürme politikası, hem mahkûm ve tutukluları hem de ailelerini…
Zira tercih edilen yerler hem mahkûm ailelerinin yaşadıkları yerlere ters hem de uzak yerler. Üstelik bazen aynı aileden iki insan farklı yerlere sevk ediliyor, birini ziyaret eden aile diğer mahkumu ziyaret etmekten mahrum kalıyor.
Bu uzak yerlere sürgün edilenlerin ailelerinden hasta ve yaşlı olanların, ekonomik durumu düşük olanların ve okul okuyan çocukların durumu göz önüne alınınca zulmün boyutları daha da netleşiyor.
Bu yüzden aylarca görüşe gidemeyen aileler var.
Oysa öte taraftan kendilerine cezaevine beğendirilemeyen veya cezaevi yerine senelerce hastanede kalanlar da var.
“Ömer’in adaletini uygulama” arzusunda olduklarını beyan edenlerin hali, işte. Değil, Dicle’nin kenarında bir kurdun kuzuyu yemesi, sürülerle koyunlar kurtlar tarafından parçalanıyor hem de Bağdat’ta, Medine’de, Mekke’de… Hala ses yok.
Bu eziyetlerin çoğuna değiniliyor sıklıkla…
Bu gün bir kez daha bunlara değinmeyeceğim, aynı sözleri bir kez daha tekrarlamak durumuna düşmemek adına.
Bu sürgüne gönderilen kardeşlerimizin her birinin kendine ait hikâyesi var.
Ama bugün özellikle birinden bahsedeceğim, Recep Oğuz kardeşimizden. Eğer gerçekten güzel ahlak ve Osmanî bir hayâ görmek istiyorsanız kendisine bakın denilecek birinden…
Değil aylarca, haftalarca, ya da günlerce; gün içinde “döneceğim” dediği bir saatten on beş, yirmi dakika dahi eve geç dönünce engin sevgisinden dolayı telaştan annesinin sokaklara çıkıp kendisini aradığı bir evlattır, Recep.
Daha küçüklüğünden beri annesi böyle yetiştirmiş evladını…
Büyüdüğünde de hep böyleydi…
Çok mahcup olmuştur bu yüzden arkadaşlarına, tabii mahcubiyet duyulacak bir durum ise…
Çok latife yapılmıştır bu yüzden kendisine, çok takılmışlardır arkadaşları.
“Ana kuzusu” lafını çok işitmiştir, arkadaşlarından, çevresinden…
Bazen bu görüntüden, annesinin bu şefkatle üzerine titremesinden gençliğin verdiği o gurur ve arkadaşlarına karşı altta kalmamak adına rahatsız olmuşsa da hiç kırmamıştır annesini, değiştirmeye çalışmamıştır ve bu hali hep devam etmiştir.
Ve işte o evlat, şimdi içeride, cezaevinde…
Neden cezaevinde, nasıl olabilir böyle bir evlat cezaevine düşer, hangi gerekçelerle düşer, değinmeyeceğim…
Malum gerekçeler, malum iddialar, malum muamele…
Sanırdım ki “o anne” ya kalpten gider, ya da tansiyondan…
Meğerse anne evladını görmeye gittiği zaman tüm şefkatini, zayıflığını ve acılarını içine gömüp “üzülme evladım, sen kötü bir şey için buraya düşmedin, Allah’ın dini için buradasın, ben senin hiçbir zaman kötü bir şey yapacağına inanmıyorum” sözleriyle oğlunu teskin etmeye çalışıyormuş…
Oysa Receb'i yanında olmadığı zaman, kendi başınayken, hele de geceleri...
İşte böyle bir annenin evladının uzaklara sevkini çıkarmışlar, “yer darlığı” gerekçesiyle.
Her hafta görüş gününü hasretle bekleyen annenin evladının sevkini uzaklara çıkarmışlar.
Bir hafta kendisine asırlar kadar uzun gelen anne… Kim bilir belki bir ay göremeyecek oğlunu, belki aylarca belki bir yıl, belki de…
Bu annenin acısını düşünebilir misiniz?
Gözyaşlarını, yüreğindeki yangını anlayabilir misiniz?
Ya da “bedduasının” şiddetinin, tesirinin nasıl olabileceğini…
Ve bu zulmü görmeyenlerin, görmek istemeyenlerin veya sebep olanların sonunun nasıl olabileceğini?
Sizi bilmem ama ben tahmin edebiliyorum…
Zira mazlumun bedduasından sakınılması gerektiğini; anne ve babanın evladına edeceği duanın makbul olduğunu buyurmuş, Hazret-i Nebi…
(Hürseda Haber)