İki Kutup Arasında Sıkıştırılmak İstenen Hüda Par Gerçeği
Hüda Par’ın kamuoyuna açıkladığı programda yer alan Kürd sorunu ile ilgili tespit ve değerlendirmelere farklı tepkiler gelmeye devam ediyor. Aslında genel tartışmanın bu konuda şekilleneceğini tahmin ettiğimizden geçen yazıda bu konu üzerinde durmuştuk. Bu defa ise iki farklı cenahtan iki farklı değerlendirme çerçevesinde konuyu irdeleyeceğiz. Bunlardan biri Sıtkı Zilan’ın ‘Hür Dava Partisi (HÜDA PAR) ve Kürdistanî İslamî Parti’ adlı değerlendirmesi, diğeri ise Faruk Köse’nin ‘İdeal ile Gerçek Arasında Hüda-Par Programı’ adlı yazısı…
Her iki değerlendirmenin de içerdiği noksanlıklara veya hatalı yaklaşım biçimlerine rağmen insaf ölçüleri dairesinde kaleme alındığını peşinen belirtmek gerek. Söz konusu iki yazının dışında daha farklı yaklaşımlar da var ancak ekseriyetle ya aşırı uç ve ırkçılık kokan yaklaşımlar ya da ideolojik düşmanlık ve kin üzerine kurulu değerlendirmeler olduğu için üzerinde durmaya gerek görmedik.
Sıtkı Zilan, genel olarak Kürdî vurguların yetersiz, Kürdistan’ın ana hedef olarak gösterilmediğinden şikayet ederken; Faruk Köse ise Kürd isminin anayasada telaffuz edilme isteğini ve Batılılar tarafından Kürdler arasında suni olarak çizilmiş sınırların kaldırılması talebini tehlikeli buluyor.
Yani her iki cenah da kendi pencerelerinden veya konumlandıkları noktalardan bakarak kaygılarını ve temennilerini dile getiriyorlar. Her iki cenahın da eleştirdikleri noktalara bakınca Hüda Par’ın aslında doğru yolda olduğu izlenimini ediniyoruz. Zira ya Kürdlerin değerlerine sahip çıktığı, onların haklarını savunduğu, tarifsiz acılar yaşadıklarından dolayı onlara özel vurgu yapıldığı için “aman canım ne gerek var bu vurgulara, ne güzel geçinip gidiyoruz” ya da “ bu özel vurgular ırkçılığı körükler, marjinal bırakır” diyerek kendilerince akıl vermeye çalışıyorlar, ancak çözüm noktasında resmi söylemin dışında hiçbir şey sunmuyorlar; ya da bu hakları talep ederken tersi yönde bir Kürdçülük dayatmadığı için “Kürdlerin özgürlük, bağımsızlık haklarını dile getirmiyorsunuz”, “Kürdler için meclis ve bayrak talep etmiyorsunuz” söylemleriyle daha farklı bir çizgiye çekmeye çalışıyorlar.
Oysa her iki çizgi de bu noktada hatalı aslında.
Birinci çizgi 80 yıldır resmi ideolojinin fosilleşmiş teorileri ile zehirlendiği için Kürde ve Kürdistan’a dair her vurguyu, en ufak bir değiniyi ve hak talebini ırkçılık görüyor. Ancak batı illerinin hiçbir dağında taşında olmadığı halde doğunun en ücra dağlarına veya şehir merkezlerine “Ne Mutlu Türküm Diyene” yazılarını veya “Andımız” gibi dayatmaları gör(e)müyor. Buna karşı çıkmayı bir ırkı öne çıkarmak, bir ırkı dayatmak olarak algılıyor, ancak hakikatte bunu dayatanları unutuyor veya onlara seslenmeyi kendisi için zaruret görmüyor ya da görmek istemiyor.
“Anayasada hiçbir kavmin adının geçmemesi ve öncelenmemesi gerektiğini, ‘Kürtlerin varlığının anayasal olarak tanınması’na dair ifadeleri son derece sakıncalı bulduğunu ve herhangi bir ırkın anayasa ile tanınmış olmasını insani ve İslami bulmadığını” dile getiren sayın Köse’nin mevcut anayasada millet tanımının Türklükle eş kılındığından haberi yok herhalde?
Doğrudur, Kürdlerin anayasada varlığının tanınması belki hatalı olur ama bu hata, içinde hiç bir ırktan söz etmeyen bir devlet ve anayasa için geçerli olabilir. Ancak eğer bir ırka bu hakkı tanırsan ötekinin de bunu talep etmesi en doğal hakkı olmalı. Devletin isminden tutun da, anayasaya kadar her noktada bir ırktan bahsederken diğeri için de talepte bulunmak neden sakıncalı olsun ki? Ya tümden kaldırılsın ya da bir başkasının talebine de olumlu bir cevap verilsin...
Hakeza, “ ‘Müslüman Kürt halkı arasındaki her türlü sınır ve bölünmenin kaldırılması’ söylenirken, bunun ‘bağımsız Kürdistan’ı ifade etmesi bakımından, ‘müslüman’ vurgusunun haricinde PKK'nın söylemine yaklaştığına dikkat edilmeli.” eleştirisinde bulunan ve “Çünkü aslolan Ümmet birliğidir.” söylemine sarılan Köse, bir gün içinde ve hiçbir insani hassasiyet gözetilmeden çizilen bu sınırların ne tür acılara sebep olduğunu ve bu sınırların kaldırılmasının Ümmet’in birliğine ne tür zararları olacabileceğini nedense dile getirmiyor. Yine, “Nitekim bu, ‘İslam âleminin yakınlaşmasını ve birliğini sağlamak’ ana hedefine giydirilerek sunulabilirdi.” itirazında bulunan Köse bu ana hedefe neyin giydirileceğini de açıklamıyor. Nasıl oluyor da onlarca Türk ve Arap devletinin varlığı bu ana hedefe zarar vermiyor da Kürdlerin arasındaki sınırların kaldırılması talebi buna zarar veriyor? Nasıl oluyor da bunları dile getirmek İslam aleminin yakınlaşmasını ve birliğini sağlamak hedefine ters olabiliyor?
İkinci çizgi ise bir dayatmaya ve hak gaspına itiraz ederken, tersi yönde bir dayatma ve hak gaspı tehlikesi ile karşı karşıya olduğunun ve muzdarip olduğu bu dayatmaları aynı şekilde taklit ettiğinin de farkında değil. Neden “Ne Mutlu Türküm Diyene” yerine “ Ne Mutlu Kürdüm Diyene” demiyorsunuz derdinde...
Haliyle bu durum, Ergenekon Destanına karşılık Kawa Derstanını ön plana çıkarma, Güneş dil teorisine karşılık Kürdçenin kudsiyeti üzerinde durma, Atatürk’e karşılık bir Atakürd inşa etme tehlikesini de beraberinde getiriyor.
Siyasi yapılar siyasi fikirler etrafında şekillenir, bir ırkın etrafında şekillenmez. Selahaddin-i Eyyubi’de bunu rahatlıkla görebiliyoruz. Selahaddin ve etrafındakilerin çoğu Kürd idi, ancak azımsanmayacak bir oranda Türk ve Arap bir nüfusun varlığı da inkâr edilemez.
Bundan dolayı Hüda Par’ın sağlam bir zeminde ilerlediğini düşünüyorum. Demek ki iki tarafı da rahatsız edebilecek ya da memnun edebilecek noktalara vurgu yapıyor. Bu topraklara ve bu insanlara gerçekten bir huzur getirilmek isteniyorsa yeni bir dil sunmak lazım. Ve bu dil ne sistemin kendine araç olarak kullandığı bir dil olacak ne de ona karşı konumlandığını iddia eden ama özünde onun farklı bir versiyonu olan dil olacak. Bu coğrafyanın mayasına uygun, daha önce de başarıyla uygulanmış bir dil… İşte Hüda Par’ın kullandığı dil bu dildir.
Bunun yanısıra Faruk Köse, “Gerçekten hakkından söz ettirecek bir program. Olabildiğince ‘ideal’i resmediyor, ancak mer'i yasalar/şartlar zemininde ‘gerçek’leşmesinin mümkün olup olmadığına dair soru işaretleri taşıyor.”sözleriyle programın rejimin niteliklerinden kaynaklanan gerçekler bakımından bu şekliyle dahi hayat hakkı bulup bulamayacağının soru işaretleri barındırdığını ve önünün türlü gerekçelerle tıkanabileceğine vurgu yaparken; Sıdkı Zilan ise “Bize sözü ile fiiliyatı aynı olan, resmi ideolojiden korkmayan ve bunu açıklamaktan çekinmeyen, Kürdistan’a ve Kürdistan halkının siyasi iktidar talebine olumlu bakan partilere ihtiyacımız vardır.” sözleriyle bu dilin dahi yetersiz olduğunu ve daha radikal söylemlerin gerekliliği üzerinde duruyor.
Peki bu iki değerlendirmenin hangisi doğru… Biri bu hali ile dahi önünün kesileceğini söylüyorken diğeri ise çok daha ideal taleplerde buluyor.
Mevcut sistemde, öyle bir niyet olsa dahi, bu tür taleplerin ne tür sonuçlar doğurabileceğini bir hukukçu olarak bilmeyecek biri değil Sıdkı Zilan. Nitekim parti programında "ayakları yere basmayan, gerçekçilikten tamamen soyutlanmış, uygulanma imkân ve ihtimali bulunmayan mistik ideallerin peşinde değiliz" denilerek, "ideal ile gerçek arasında doğru bir yer tutmak" gerektiği vurgulanıyor. Kaldı ki Zilan’ın dile getirdiklerini bugün kendini Kürdçü diye niteleyen BDP’nin dahi talep edemediğini söylersek bu ifedelerin ne kadar ‘ayakları yere basmayan söylemler’ olduğunu hesap etmek için yeterli. BDP’nin, bir özerklik talebinde bulunurken dahi “biz sadece Kürdistan bölgesi için değil, tüm bölgeler için istiyoruz” gibi bir söylemin arkasına sığınmak zorunda kaldığı bir ortamda Hüda Par’dan Türkiye gerçekliğine ve partilerin gücüne ters düşecek realiteden uzak taleplerde bulunmak ne kadar insaflıca…
Nitekim, “Hizbullah’ın Manifestosu’nda, Mustazaflar Hareketi’nin değişik açıklamalarında Kürdistan kelimesinin komplekssiz bir şekilde kullanıldığını görmekteyiz.” diyen Sıtkı Zilan aslında kendi kendine aynı yazı içinde cevap vermiş oluyor. Hakeza, ulus devlete yapılan itirazın, Kürdler arasında çizilmiş olan suni sınırların kaldırılmasının ve yerel yönetimlerin güçlendirilmesinin ne tür anlamlar taşıdığını da hatırlatmaya gerek yok.
Bunların dışında bir diğer ilginç nokta ise Sıtkı Zilan’ın “Hüda Par’ın resmi ideoloji-Kemalizm’in ‘kökünün kazılması’ şeklinde tezahür edecek bir tasfiye planını açıklamamış olması da sorunludur. Heykellerin yıkılması, devlet dairelerindeki fotoğrafların kaldırılmasını da içeren köklü bir değişimi “Yeni Anayasa Talebi” kapsamında dile getirmesi lazımdı.” eleştirilerine karşın Faruk Köse’nin "Cenab-ı Allah lafzıyla başlayan program, ‘insan’ı önceleyen ve işi ‘fıtrat’ temelinde ele alan bir yaklaşımla ‘insan ve toplumu yeniden inşa etmek’ idealine vurgu yapıyor. Sadece toplumu değil, ‘devlet’i de, ‘hukuk’u-‘yargı’yı da ‘yeniden inşa’ partinin öncelikleri arasında. Aynı şekilde ‘devleti ve siyaseti yeniden tanımlamak’ kapsamında ‘toplumun temel değerlerini siyasete taşımak ve hâkim kılmak’ ve ‘toplumu sistemle değil, sistemi toplumun inanç değerleriyle uyumlu hale getirmek’, devlet ve siyaset yeniden tanımlanırken hangi kriterlerin esas alınacağına dair önemli ipuçları. Hatta ‘bizi biz yapan insani ve İslami değerleri yeniden ihya etmek ve yaşanılır kılmak’ ilkesi ile, yeniden tanımlama ve inşânın İslam'a göre yapılacağı net olarak ifade ediliyor. Hemen ardından ‘Şeriat'ın Maksatları’na atıf yapılarak vurgu güçlendiriliyor.” değerlendirmesinde bulunuyor.
Yani aynı yazıya, aynı noktaya ve aynı değerlendirmelere bakarken birinin ak gördüğünü öteki kara görüyor, birinin yetersiz gördüğünü diğeri sınırları zorlamak görüyor. Demek ki kişinin durduğu yer ve görmek istedikleri de önemli. Aynı nokta ve değerlendirme üzerinde dahi iki bakış arasında tam bir zıtlık olması aslında Hüda Par misyonunun haklılığı açısından anlatmak istediğimizin de güzel bir özeti.
Özetlersek;
Bir; biri Kürde ve Kürdî haklara vurgu yapmakla eleştirirken, diğeri yetersiz vurgu yapmakla,
İki, biri programı ideale yakın olmak ve bunun önünün kesilme ihtimalinden söz ederken, öteki ise pasif bir dil kullanmakla,
Üç, biri hayatı ve devleti dizayn etme niyeti olduğunu dile getirirken, öteki ise Kemalizme yeterince eleştiri getirmemekle, eleştiriyor.
Genel olarak olumlu tespitlerde bulunsalar da bu noktalarda tezatlık barındıran değerlendirmelerde bulunuyorlar. Kürd sorunu zaten böyle iki kutup arasında sıkışıyor. Onun içindir ki Hüda Par yeni bir dil geliştiriyor. Her ikisinden bağımsız. Bu dil, bu coğrafyanın mayasına uygun ve daha önce de başarıyla uygulanmış.
Medine’de, Endülüs’te bunun örneğine rastlayabiliriz. Hakeza, geçmişte takındıkları acımasızca düşmanlıklara rağmen Mekke’nin Fethi esnasındaki bağışlayıcı tavrı; Haçlıların ele geçiririrken sokakların kan deryasına döndüğü bir geçmişe rağmen Selahaddin’in Kudüs’ü alırken ki tavrı… Yeter ki üzerinde oturduğumuz hazinenin farkına varalım. Yeter ki İslam’ın din, dil, kültür, ırk ve mezhep farklılığı gözetmeksizin bütün farklılıkları aynı çatı altında yaşatabilme gücünü unutmayalım. Ancak günümüzde bu gücü kendi çıkarları için bir kalkan olarak kullananların hilelerini de unutmadan…
Onun için diyoruz ki, Hüda Par iyi yoldasın…
(Hürseda Haber)