İhya ve Tecdid Geleneğinde Müceddid
Bediüzzaman Bunun Neresindedir- "Muhakkak ki Allah bu ümmete her bir yüzyılın başında dinini yenilemek için birini gönderir." (1) Hadis-i şerifi ışığında Bediüzzaman şu yorumu yapar... -Bediüzzaman Bunun Neresindedir-
"Muhakkak ki Allah bu ümmete her bir yüzyılın başında dinini yenilemek için birini gönderir." (1) Hadis-i şerifi ışığında Bediüzzaman şu yorumu yapar:
"Her asrın başında hadisçe geleceği tebşir edilen dinin yüksek hadimleri; emr-i dinde mübtedi` değil, müttebi`dirler, yani, kendilerinden ve yeniden bir şey ihdas etmezler, yeni ahkâm getirmezler. Esasat ve ahkâm-ı diniyeye ve Sünen-i Muhammediyeye (A.S.M.) harfiyen ittiba` yoluyla dini takvim ve tahkim ve dinin hakikat ve asliyetini izhar ve ona karıştırılmak istenen ebâtîli ref` ve ibtal ve dine vaki tecavüzleri red ve imha ve evamir-i Rabbaniyeyi ikame ve ahkâm-ı ilahiyeyi şerafet ve ulviyetini izhar ve ilan ederler. Ancak tavr-ı esasiyi bozmadan ve ruh-u asliyi rencide etmeden yeni izah tarzlarıyla, zamanın fehmine uygun yeni ikna usulleriyle ve yeni tevcihat ve tafsilat ile ifa-i vazife ederler.(2)"
Bu bağlam dairesinde ihya ve tecdid rehberlerinin temelde iki köklü vazifeyle öne çıktıklarını değerlendirebiliriz. Biri, dinde olmadığı, ona sonradan yamandığı halde ümmetin benimsediği uygulayageldiği, böylece dinin hedeflerinden uzaklaşmaya sebep olan ekleri (hurafeleri, bid`atleri, uydurma haberleri..,) teşhis ederek ayıklamak ve İslam’ı asli saflık ve sadeliğinde ortaya koymak. Diğeri de, dinin örfe, âdete, zarurete, sosyal şartlara ve faydaya dayalı olup ictihadla ortaya konmuş bulunan hükümlerini, dayanakları değiştiği için değiştirmek, dinin çağa ve sosyo-kültürel gelişmeye ayak uydurarak vazifesini yerine getirebilmesini sağlamaktır.(3) Bediüzzaman`ın ifade ve uygulamasıyla bunu "Yeni izah tarzlarıyla, zamanın fehmine uygun yeni ikna usulleriyle ve yeni tevcihat ve tafsilat ile" yapmaktır.
Bu büyük vazifenin tahakkuku için İslam tarihi boyunca çok sayıda mürşid, muslih. âlim ve müceddid gelip geçmiştir. Üstad`ın deyimi ile bunlar “Amel ve ahlak bakımından ve Sünnet-i Nebevviye`ye (A.S.M.) ittiba ve temessük cihetinde Ümmet-i Muhammed`e (A.S.M.) tam bir hüsn-ü misal olmuşlar ve numune-i iktida teşkil etmişlerdir.” Alimler, hadis-i şerif metninde geçen "من يجدّد" ibaresindeki "من"in hem tekil hem de çoğul manaya gelebilir, kaidesinden yola çıkarak "her yüzyılda bir" yerine "birden fazla" müceddidîn gelebileceği şeklinde de yorumlamışlardır.(4) Dolayısıyla aynı yüzyıl içinde bazen birden fazla müceddid bulunabilmiştir. Bunlar bazen merkezî ferdî bir şahsiyet, bazen dairesi dar ama etkin bir grup, bazen bir akım, bazen de bir hareket ve cemaat olarak ortaya çıkıp vazifelerini yerine getirmişlerdir. Zamanımızda ise bu vazife İslam`a gelen saldırıların ağırlığı ve kuşatıcılığı sebebiyle, daha ziyade, hareket ve cemaatler şeklinde yerine getirdiği müşahede edilmektedir... Hâsılı, Efendimiz aleyhisselatuvesselamın tebşir ettiği bu mübarek kurum, Emeviİer döneminde Ömer bin Abdülaziz`in hilafete gelmesi ile başlamış ve bugüne kadar müteselsilen devam etmiş Rabbani bir ikram olarak; kıyamete kadar da devam edecektir inşallah. Ömer bin Abdülaziz müceddidlerin ilki olarak değerIendirilmektedir.(5)
Bu müceddidler arasında halen isimleri anıldığında heyecan duyduğumuz, iman ve fikirleriyle istikamet bulduğumuz, direniş ve duruşları ile kendimize geldiğimiz, mücadeledeki aşk, azm ve sebatlarıyla galeyana gelip ayağa kalktığımız, hamiyet ve gayretimizi gıdıklayan, ruhumuza ruh veren nice büyük ruhlar ve manevi kutuplar vardır, ümmete ve dine yönelik saldırılar en zulümlü noktasına vardığı bir zamanda Cenab-ı Hak bu din hadimlerinden bir veya birden fazlasını gönderir ve bunlar vasıtasıyla ümmetin dinle, dinin ahkâm, ahlak ve a`malıyla, taat ve ibadatıyla olan ya da olması gereken bağ ve rabıtasını tahkim ve takvim eder. İmam Gazali, İmam Rabbanî, Mevlana Halid, Abdulkadir bin Badis, Afganî, Hasan El-Benna, Mevdudi, Bediüzzaman, Şeyh Said, İmam Humeyni, İkbal ve daha bir çoğu bu nurani halkayı oluşturan yıldızlardan sadece bir kaçıdır. Hepsinin ortak gayesi Ümmeti asr-ı saadet iklimine taşımak olmuştur. Allah hepsinden razı olsun.
Gaye, ortak olmakla beraber bu hadimlerin ıslah, ihya ve tecdiddeki yol ve yöntemleri birbirine benzer veya birbirinden farklı olmuştur, aynı olmamıştır. Mevzu harici olduğu için bunun sebepleri üzerinde durmayacağız. Ama gördüğümüz: Onlardan bazısı eğitim metoduyla iç ıslahı (ferde yoğunlaşmak suretiyle) öne çıkarmış, böylelikle sapmaları def ve ref` etmeyi menzile koymuşlar. Bazısı siyasi faaliyet yoluyla sapmalara öncülük eden yöneticileri etkisiz hale getirme çabasında olmuş. Bazısı gizli örgütlenme yoluyla halkı bilinçlendirip imana gelen saldırıları püskürtme yolunu tercih etmiştir. Bazısı sadece manevi programları esas alarak halkın imanını güçlendirme yolunu seçmiş ki böylece halk imanına gelen saldırılara kendisi karşı koyabilsin... İşgaller döneminde ise, mücadele yöntemleri, tabiatıyla o havaya göre bir karaktere bürünmüş ve işgale uğrayan her belde zaman, şart ve imkânları dairesinde mücadele tarzlarını benimsemişlerdir. Mesela İmam Rabbani ile İmam Humeyni, İmam Humeyni ile Hasan El-Benna, El-Benna ile Abdulkadir bin Badis, Badis ile Bediüzzaman veya Mevdudi`nin... hizmet tarzları aynı olmamıştır.
İşin burasında ben genelden özele geçip Üstad`ın müceddidliği ile ilgili birkaç kelam etmek istiyorum. Kabul etmek gerekir ki hilafetin kaldırılmasından sonra İslam coğrafyasında ortaya çıkan küllî ve ihata edici ıslah, ihya ve tecdid hareketlerinden biri de Bediüzzaman`ın Barla`da sürgünde iken (1926 başlattığı Risale-i Nur hareketidir. Hareket ismini Üstad`ın sürgün ve zindanlarda te`lif edip adına Risale-i Nur dediği metinlerden almaktadır. Bu harekete daha sonraları "Nurculuk" isminin verilmiş olması konumuz dışında olduğu içinde üzerinde durmayacağız.
Eserlerin gurbetlerde, sürgünlerde ve zindan hücrelerinde yazılmış olması bir yana, inkârı kabil olmayan bir gerçek ki, bu eser, te` lifi ve neşri itibarıyla diğer eserlerden herhangi birine benzememektedir. Muhteva olarak imanî bahisler üzerine kurulu olan metinler, ağırlıklı olarak amele bakar, yüzü hayata, pratik yaşama dönüktür. Bu da eserin bir cemaat ve eylem projesi olarak ortaya çıkışını netice vermiştir. Çok geçmeden de geniş halk kitlelerini etkileyen ve vazifesi hakka, hakikate davet etmek olan aktif bir cemaatin oluşmasına vesile olmuştur.
Risale metinleri önce köylüler arasında elden ele dolaşmış, sonra komşu köylere ulaşmış, derken şehirlere ve bölgelere kadar yol ve yer bulmuş… Böyle yayılmış... Metinler aracılığıyla insanlar birbirleri ile tanışmış, birbirleriyle ilişki ve diyalog geliştirmiş ve işin ilgi çekici yanı bir araya gel(e)meden mütesanid bir cemaat halini almışlar. Süreç içinde ilkin zorunlu mekânlarda (zindan, mahkemeler), sonraları ise, geniş ortamlarda bir araya gelip hayırlı etkinliklerde bulunabilmişlerdir. İşte bu tarz, Üstad`ın sözünü ettiği "Yeni izah tarzıyla", "Zamanın fehmine uygun", "Yeni ikna usulleriyle" ve "Yeni tevcihat ve tafsilatla..." tarzının tam tarifidir.
Üstad`ın bu yenilikçi tarzı, ihya ve ıslahta takip ettiği yöntem "Said-i Nursi neden eserlerinden başka eserlerin okunmasına müsaade etmemiş, sıcak bakmamış?" sorusunun gündeme gelmesine zemin hazırlamış.
Bu sorunun bize göre temelde iki yönlü bir cevabı vardır. Biri, Üstad`ın yaşadığı dönemle ilgilidir. Dönemi bilenlerin de kabul edecekleri gibi o dönemde İslam`a ve değerlerine yönelik korkunç bir savaş açılmış. Âlimler idam edilmiş, bir kısmı ülkeyi terk etmiş ve kalan, bir kısmı ise ses çıkaramaz, ürün veremez hale düşmüşlerdir. İslâmî eserler üzerinde dehşetli bir ambargo var. İslamî eserlere ulaşmak mümkün değil… Bulunduranlar ise cezalandırılmışlardır. Harf inkılabı ve akabindeki gelişmeler ise, faydalanma imkânını kökten yok etmiştir. Öte yandan devlet, ideolojisine uygun bir din inşasına yoğunlaştığı için daha ziyade bu İdeolojiyi meşrulaştırıcı ve takviye edici eserlere müsaade etmiş ve önayak olup teşvik etmiştir. Meydan sistem icazetli, kalpleri hasta mütereddid kimselere kalmıştır. Bu bir yandan kafa karışıklığını, bir yandan da halkın muzdarip olduğu iman zafiyetini derinleştirmiştir. İşte Üstad, sade imani bahislerden oluşan risaleleri ile bu hücumun önünde sed olmaya çalışmış ve insanların dikkatini iman hakikatlerine çekme gayretinde olmuştur. Zorunlu ve mecburi bir durum... Anlayabildiğim kadarıyla Üstad`ın bu kararı dönemin şart ve ihtiyaçları için geçerli bir husustur.
Sorunun ikinci yönü, Üstad`ın müceddidliği ile ilgilidir. Anlaşılsın diye; Bugünkü cemaat, hareket vs. oluşumlara baktığımız zaman her birinin kendi fikriyatı, metodu, öncelikleri ve maksatları doğrultusunda bir müfredat veya bir program benimsediklerini ve bunu takipçilerine tavsiye ettiklerini müşahede etmekteyiz, Bunlardan kiminin tavrı katı kiminin ise gevşektir. Yani bazıları daha serbest bir eğitim-okuma programı tercih ederken bazıları ise daha dar bir okuma programını (ör: Şeyhlerinin, âlimlerinin veya liderlerinin yazdıklarını) tavsiye etmeyi uygun görürler. Üstadın Risale-i Nur`u tavsiye etmedeki ısrarını bunlardan birisine kıyas ederek anlayabiliriz belki; ama bununla beraber Üstad`ın durum ve tercihinde bu tek başına açıklayıcı olmayabilir. Dolayısıyla başka şeylerden daha söz etmek gerekecek…
Bir defa Üstad, taklidi i`tikad kalelerinin sarsıldığı, İslam ile halk arasına kalın perdelerin çekildiği ve iman korunağına habire saldırı ve hücumların yapıldığı çetin bir zamanın çocuğudur. Diğer müceddid, muslih ve mürşidlerin her birinde olduğu gibi...Bu ıstırap verici manzara ortasında Üstad: a) Halktaki iman zafiyetini yakıcı bir biçimde teşhis etmiş, b) İman zafiyetinin bir insanı olduğu gibi bir halkı da hangi vartalara sürükleyebileceğini kendi gözleri ile görmüş, c) Müslüman halkla İslam arasında gittikçe açılan ve de yozlaşan çizgiyi açık bir şekilde müşahede etmiş, d) İslam düşmanlarının bunu kullanarak ümmetin başına ne gibi oyun ve entrikalar getirdiğini ve daha da getireceğini fark etmiştir e) Yine İslam düşmanlarının (asırlar öncesinin zamanımız yeniliklerine uymayan İslam alimlerinin bazı görüşlerinden yola çıkarak) İslam binasının temel esaslarına yönelik sarsıcı saldırılarını görmüş, f) Batılılar ile batı uşağı yerlilerin hususen Kur`an ve Sünnet etrafında oluşturmak istedikleri fikir bulanıklığı ve bunun altındaki haince faaliyetlerini bilmiştir…
Hakaik-i imaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en büyük ve en mukaddes bir vazifedir" diyen Bediüzzaman, Şualar kitabının sekizinci şuasında da asrın dehşeti karşısında taklidi iman kalelerinin sarsıldığından, İslam düşmanlarınca bu kalelere planlı/örgütlü hücumlar yapıldığından, mü`minlerin kendi başlarına bu hücumlara direnemeyeceklerinden, direnebilmeleri için tahkiki bir imanın var olması gerektiğinden söz ettikten sonra, Risale-i Nur`un bu vazifeyi (müceddidlik) en dehşetli bir zamanda herkesin anlayabileceği tarzda iman ve Kur`an hakikatleri ile ispat ettiğini (6) belirtmektedir. Demek ki Üstad`ın çıtaya çıktığı zaman, Kur`ani ve imani hakikatlerinin "Yeni bir tarzla, zamanın fehmine uygun" olarak yeniden yorumlanıp güncelleştirme zamanıydı. İşte bu İmam-ı Gazali, İmam-ı Geylani, İmam-ı Rabbani, Halid-i Bağdadi, Hasan El-Benna, Mevdudi ve benzerlerinin açtığı çığır gibi bir çığır, bir ıslah, bir ihya ve tecdid hareketiydi.
Es-Suyuti, "Müceddidin belirlenmesi, onun çağdaş olan âlimlerin galip zannıyla, ayrıca kendisinden, talebelerinden ve yazılarından elde edilen fayda yoluyla gerçekleşir" demektedir. Dolayısıyla kâmil müceddid tam da bu tarife uygun olarak ortaya çıkan müceddiddir. Suyuti başta olmak üzere imam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani, Şah Veliyullah ve benzeri birçok muslih ve mürşîd, kendi müceddidliklerine çoğu kez tereddütte olsa da, genellikle ima yolu ile işaret etmekten kaçınmamışlardır. Bediüzzaman`da da açık ve direkt olarak kendi müceddidliğine işaret yok, ama ima olabilir; fakat Üstad kendisinden ziyade Risale-i Nur’un müceddid oluşunu sarahaten açıklamaktan kaçınmamıştır. Yani Üstad müceddid lakabı ve işlevini şahıstan alıp kitaba (Risale-i Nur) vermiştir.(7)
Son olarak 20. Asrın ilk çeyreğinden hemen sonra tarih sahnesine çıkan ıslah ve tecdid hareketlerinden İhvan-ı Müslim`in, Cemaat-i İslami ve Risale-i Nur rehberlerinin dâvanın muvaffakiyetiyle ilgili yaptıkları birbirlerine yakın tespitleri ile konuyu noktalamak istiyorum.
İmam el-Benna teşkilatçılığıyla öne çıkan bir rehberdir. Onun temelini atarak binasını inşa ettiği İhvan cemaati bütün badirelere rağmen bugün halkı Müslüman olan coğrafyanın çehresini değiştirdi. Ciddi imtihanlarla hemhal olmasına rağmen değiştirmeye devam etmektedir. İşte bu cemaatin banisi El-Benna, “Davayı muvaffakiyete erdirmenin yollarının hiç değişmeyeceğini ve bunun üç şekilde özetlenebileceğini belirtmektedir: "Derin bir iman, mükemmel bir teşkilat ve sürekli hizmet…”(8) Üstad Mevdudi de muvaffakiyetin sırrını sıkı örülmüş teşkilatî bir yapının varlığında görmektedir. Bu düşüncesini vahyin nüzulünden sonra Hz Peygamber (a)`ın kısa bir zaman zarfında Müslümanları önce Mekke`de, sonra da Medine`de teşkilatlandırarak, bütün bir Arabistan coğrafyasını İslâm`ın iktidarıyla kuşatma yolunda onların enerjilerini kullanma usul ve tarzına dayandırmaktadır. (9) Mevdudi`ye göre Hz. Peygamber’in davasının muvaffakiyeti O`nun teşkilatçı dehasında aranmalıdır. Hülasa ona göre içtimai bir nizamın teşkili, idamesi ve muvaffakiyeti için temel olarak iki şey lâzımdır: Biri, nizamın (teşkilatın) hükümleri üzerine kurulmuş bir cemaat, diğeri de bu cemaate itaat ve sebattır.
Bediüzzaman`ın çalışma sisteminde ise, muvaffakiyetin sırrı ile ilgili iki Üstad’a benzer, hususen el-Benna`ya daha yakın bir anlayışın hâkim olduğunu müşahede etmekteyiz. El-Benna`da ortaya çıkan "Derin bir iman, mükemmel bir teşkilat ve sürekli bir hizmet... anlayışı, Bediüzzaman`ın çalışma sisteminde "Tahkiki bir iman, sırren tenevveret, aktif bir sabır ve ihlas ile sürekli bîr hizmet..." biçiminde ortaya çıkmaktadır. Dikkatle baktığımızda her üç Üstad`ın ortak vurgularında tahkiki imanı, teşkilatlı çalışmayı ve sürekli hizmeti göreceğiz. Onlar bunu yaptılar ve Allah`ın izni ile başardılar. Müslümanları örgütleyip cemaat haline getirdiler. Dağınık güçlerini bir merkezde topladılar. Tesirleri doğdukları belde sınırlarını aşıp ümmetin uyanışına vesile oldular. Halen de bu tesir devam etmektedir. Bize gelince, onlardan çok daha fazla çalışmaya ihtiyacımız olduğu açıktır. Biz bu çalışmayı onların mirasına sahip çıkarak ve öğretilerinden hakkıyla istifade ederek tahakkuk ettirebiliriz. Tevfik ve inayet Allah’tandır, Vesselam.(İnzar Dergisi)