Cemaat ve Aidiyete Dair Bir İki Söz
Kabul etmeliyiz ki, cemaatsel veya toplumsal yapının sıhhatti beslendiği gıdalarla yakından ilgilidir. Fikri altyapı ve oluşumunun sağlamlığı, hareket kabiliyetinin kalitesi ve bir de metod/yöntemsel materyallerin nitelik ve zenginliği bir cemaat veya herhangi bir hareket ve yapı için hayati derecede önem arz eden hususlardır. Yerinde duran değil, insan gibi hareket halinde olan cevval bir yapıdan söz etmekteyiz.
Organizeli herhangi bir yapının alan olarak genişleme istidadını göstermesi, teşkilat ağının yoğun ve mütedahil (iç içe, girift) olması, vazife taksimatındaki –sürekli– istihdam değişkenliği… -değişkenlik hızıyla orantılı tedbirlere gidilmezse- ister istemez verim ve kalitedeki yozlaşma ve gittikçe etkileyici bir düşüşü de beraberinde getirecektir.
Zamanın değişmesi, nesillerin farklılaşması, nesiller arası anlayış makasının açılması ve ihtiyaçların giderek çeşitlenip artması, bir de genişleyip büyüme gibi hususlar… Evet, şayet tüm bunlarla orantılı olarak içine girili bulunan aşamanın ruhuyla mutabık gerekli ve etkin tedbirlere gidilmezse hareket başlangıçtaki heyecanını kaybeder, enerjisini yitirir, mensuplarının aşk, azm ve hedefe kilitli heyecanları kırılıp söner ve daha korkuncu yapı, hareket zamanındaki muhlis bağlıları tarafından kaale alınmaz hale gelir. Yapı ve yapının ortaya koyduğu icraatları beğenilmemeye, şiddetle ve belki de orantısız bir şekilde eleştiri bombardımanına tabi tutulmaya başlanır.
Şunu demek istiyorum: Gerek bireysel bazda ve gerekse hareketsel bazda yozlaşan, gevşeyen, atıl duruma düşen, gelişmeyen taraflarımız var ise bunları acilen görmek ve hikmetli etkin tedbirlerle ıslah yoluna koymak durumundayız.
Kur’an’i bir gözlükle kendimize ve ‘kendi’mizden oluşan saflara bakalım. Özel ve istisnai halleri bir yana bıraksak da genel manada maneviyatla alakalı bazı zaafiyetlerimizin olduğunu kesinlikle göreceğiz. Kendimizce bir kısmını setretme yoluna gitsek de tamamını setre etmemiz mümkün değildir. İnsanlardan ve onların delici bakışlarından bazı bazı saklayabilsek de herşeyi görüp gözeten âlemlerin Rabbi olan Allahtan saklamamız mümkün değildir. Kaldı ki insanlardan da uzun süreli saklama mümkün olmaz.
Bireysel takılan insanların yapıp ettikleri konumuz dışıdır. Mevzuu aidiyet ve mensubiyet vasıfları olan mümin insanlarla alakalıdır. Mensubu olduğumuz yapının, cemaatin, parti`nin, dernek veya grubun gittikçe ilgi odağı olmasına paralel bir biçimde insanların size bakması takip edip gözetmesi, izlenmesi vesaire. Daha bir ciddiyet ve de nitelik kazanacaktır. Bu illa da kötü niyetlerinden olmayabilir. Sizi yakından bilmek, tanımak ve belki de size katılmak istemelerinden de olabilir. Siz ne yapıp etseniz de sonuçta ilişkilerinizle, amelinizle, ahlakınızla, konuşmalarınızla ve dahi bilumum icraatlarınızla görünüyorsunuz, görülmektesiniz…
Peki, bizdeki bu bir türlü ıslah edemediğimiz mânevî, ibadi ve ahlaki sıkıntılarımızın temel sebepleri nelerdir? Sözü o tarafa bu tarafa çekmeden söyleyeyim: şahsen bu sebeplerden en aleni olanının ilahi mesuliyetimiz ile ilgili ayarı bozmamız ve mihenk ile şaküllü şaşı tutmamızdan kaynaklandığını varsaymakta ve bir şekilde bununla ilintili olduğunu düşünmekteyim. Bunun ibadi, irfân, uhrevî-manevi programlarımızla doğrudan bağlantısı olduğu izahtan varestedir. Nasıl diyeceksiniz? Çünkü gelinen nokta itibariyle uhrevi-manevi mesuliyet ve ödevlerimizi merkeze koyarak maddi işlerimizi ona göre ayarlayıp götürmüyoruz. Dünyevi-maddi işlerimiz merkezdedir ve manevi/uhrevi/cemaatsel/davetsel vazifelerimizi ancak bu maddi işlerimiz elverdiği ölçüde yerine getirebilmekteyiz. Yani kendimizi programlarken cemaatsel/uhrevi işleri değil, dünyevi işleri merkeze alarak, öne koyarak programlamaktayız. İpin koptuğu yer tam da burasıdır. Bu yanlış programlama biçimimiz ibadetten ahlaka, insanlarla muameleden niyet ve beklentilere, ferdi, cemaatsel ve toplumsal sorumlulukları tefekkür etmekten bütün hisap-kitap vesaire. Hususlara kadar hayatımızın hemen her alanını kapsamakta ve etkilemektedir
Şunu demek istiyorum: Dava mesuliyetini dünyeviliğin elverdiği ölçüde deruhte etmeye çalışmak ciddi bir yozlaşma ve dolayısıyla müşkil bir probleme veya tehlikeye işaret etmektedir. Bu bir hastalıktır.
İlaç: durumu tersine çevirmek gerekir. Yani dava mesuliyeti ile taabbudi vazifelerimizi merkeze alalım. Dünyevi meşgaleler buna göre şekil almak zorunda kalacaktır.
Ana konu olarak eğilmek istediğimiz aidiyet/mensubiyet mevzuuna gelelim: Diğer bazı hareketlerin işleyiş ve muhtevasına baktım. Zamanlarına, şartlarına, toplumlarının içtimai ve siyasi dokusu ile hâkim sistemlerin müdahale kabiliyetine ya da hâkim sistemdeki hukuki etkinliğin varlığına göre ya da tüm bunların iklim tesirine göre şekillendiğini müşahede ettim. Mesela:
Bediüzzaman`ın teşkilati sisteminde biri genel biri de özel olmak üzere iki tür derecelendirme bulunmaktadır. Genel olanı dost, kardeş ve talebe şeklinde olup her birine özgü tanım ve vazifelendirmeler yapılmıştır. Özel olanı ise, daha ziyade teşkilat içi olup toplam altı derecelendirme şeklinde tasnif edilmiştir: Erkan, sahip, has, naşit, talebe ve taraftar… Talebe ve taraftar ilk genel derecelendirme ile aynıdır. Bu derecelendirmenin de cemaatteki vasıf ve vazifeleri belirlenmiştir. Her birinden beklentiler de farklı farklıdır…
Benzer bir derecelendirme İmam Hasan el Benna`nın sisteminde de vardır. Ona göre cemaat saflarını oluşturan temel üyelik aşamaları dörttür: Yardımcılar, mücahitler, nakipler ve naipler… Buna ek olarak el Benna bir derecelendirme daha yapmaktadır. Müntesipler, amiller ve mücahitler… Sonuncusu temel üyelik aşamalarında da sayılmıştır. Üstad Nursideki gibi buradaki derecelendirmeleri her birinde de vasıf ve vazifeleri vardır.
Aynı veya benzer bir derecelendirme biçimini Üstad Mevdudi`nin sisteminde de görmekteyiz. O da üyelik aşamalarını mütearif, müteessir, hemderd ve erkân olarak derecelendirmiştir. Daha sonra ilk iki derecelendirmeyi kaldırıp yerine mutafık kavramını koymuştur.
Bize gelince, cemaatsel yapılanma süreci içinde kendimize has bir derecelendirme tasnifi ortaya çıktı. Ve yine doğal işleyiş ile birlikte eş zamanlı olarak bu derecelendirmelerin tanım ve vazifeleri belirlendi. En az 10 yıl ve daha fazla bir zaman süreci boyunca bu derecelendirmelerin vazife ve kendilerinden beklentiler aşağı yukarı bir sınır belirliliği dairesinde işlevini gördü. İki bin sonrası sürecin kendine özgü bir karakteri olmakla birlikte yine de o derecelendirmelerin önemli bir kısmı hala işlevselliğini sürdürmektedir
Geçmişteki durum ve işlevselliğin etkisi ne olursa olsun, bana göre geldiğimiz durak ya da menzil itibariyle içinde bulunduğumuz yeni iklimin ruhuna uygun olarak yapıya bağlılık derecesine göre yeniden bir mensuplar tanım ve tasnifini düşünmek durumundayız. Bu durum aktif bir şekilde çalışan bir hareket için gerekli olduğu gibi dernek, parti, grup ve benzer herhangi bir oluşum için de gereklidir. Bu şekilde sorumluluklar, beklentiler, birtakım özelliklerin yerli yerine oturması gibi hususlar açığa çıkmış belirlenmiş olacaktır.
Allah rızası için ‘gönüllü katılım’ ve ‘gönüllü hizmet’i esas almış olmak elbette doğru, aynı zamanda fıtri/rabbani bir ilke, bir anlayıştır. Bunun yanında bu ilke ve anlayışın için boş bırakılmamalı ve de fertlerin (gelişigüzel-yüzeysel) inisiyatifine mutlak olarak terk edilmemeli. Gönüllülük esas olsun ama bu gönüllülüğün İslâm dairesinde bir tanımını olduğu da bir gerçektir. İşte derecelendirme işlemi bu tarif ve tanımı kolaylaştıran ve hatta sınırları belirleyen adil bir faaliyettir. Bunun el Benna’daki analizini yapalım:
El Benna, mensuplarını derecelendirip tasnif ederken bir yandan sufi/derviş gibi bir yandan da asker gibi olmalarını kendilerinden istemektedir. Derviş mutlak bir bağlılık ve kalp duruluğuyla mürşidinin emir ve direktiflerine amade iken asker de mutlak bir itaatla amirlerine ram ve muti’dir. Askerin itaatsizlik etme lüksü yoktur. Derviş’te bağlılığında gevşeklik, vazifesinde tembellik, virdlerinde ihmalkârlık yaptığı an, mürşidinin maddi-manevi gözünde tenzili rütbe olunur. Bununla birlikte İmam el Benna derviş ve asker kavramlarına açıklık getirmiş ve sözünü ettiğimiz derecelendirmelerle muazzam bir esneklik, belirlilik ve geçişlilik sağlamıştır. Herkesten mutlak bir itaat istemediği gibi, nefsine ve keyfine göre hareket etme eğiliminde olan kimselerin yaklaşımını da ‘gönüllülük’ olarak değerlendirmemiş ve kabul etmemiştir. Eğitim ve yetiştirmenin olmazsa olmazlarından olan maddi-manevi tedip usulünü etkin bir şekilde işletmiştir. İşte mensuplarından beklenilen veya istenilen itaat, bağlılık, fedakârlık ve benzeri hususiyetler bu derecelendirmeler vasıta ve vesilesiyle hem rahat olmuş hem hikmetli bir eğitim ve terbiyeye katkısı olmuş hem hizmette çalışma cazibesi daha fazla ortaya çıkmış hem hayırda yarışın önü açılmış ve hem de kaliteli kadroların ve de kaliteli insanların belirlenip örnek çıkmaları hızlı ve çabuk olmuştur.
Saflarını oluşturduğumuz camia sadece bir tebliğ ve davet hareketi olmadığı gibi, sadece askeri, siyasi ve iktisadi bir yapılanma da değildir. Cemaat bunların içinde bulunduğu İslam’ın tamamını yaşamaya ve gücü nispetinde yaşatmaya azmetmiş nebevi bir hareket/cemaattir. Bu ise daha derli-toplu gitmeyi zorunlu kılıyor. Dört bir yanımızın İslam düşmanlarıyla sarıldığı bir coğrafyada ve de bir toplumun içinde yaşıyor ve hizmet ve mücahedemizi çok zor şartlar altında yürütüyoruz. Dolayısıyla mensubiyet/aidiyet derecelendirmeleri çerçevesinde kontrollü, disiplinli bir işleyişi göz önünde bulundurmadan bu büyük vazifeyi hedefe ulaştıramayız veya ulaştırmamız çok zor olacaktır. İstenilen ve beklenilen verimin elde edilmesi de zordur. Bu yüzden problemin üstesinden gelmenin en makul yöntemlerinden biri üyeliğe/mensubiyete dair yapacağımız kâmil bir düzenlemedir. Böylece kendilerinden aynen ‘asker’ gibi mutlak itaat ve teslimiyet isteyeceğimiz mensuplarımız olacağı gibi daha gevşek ve nispeten serbest bir bağlılık bekleyeceğimiz ‘dervişlerimiz’ de olur. Ve biri diğerini menfi manada değil, müspet manada etkiler, tekâmüle giden yolda öndeki sondakine cezbedici bir model olur.
Muhammed Şakir / İnzar Dergisi – Şubat 2015 (125. Sayı)