İmtihan Kıskacında Akıl ve Aşk Arasındaki Şakül Şehadet Ruhu
1 - Kendilerini İslam davasına adayanların önünde zorlu bazı engeller vardır kuşkusuz. Bakara 155’te zikredilen biraz korku, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan etme meselesi bu zorlu engellerin sadece birazıdır, hepsi değil. Burada anılan her bir şeyden az biraz, yani bir azı… Biraz vurgusu ile Allahu Teâlâ, sanki bu yolun yolcularına şu mesajı vermek istiyor: “Ey iman edenler! Bu yolda size isabet eden her bir beladan çok daha büyük bir bela vardır. Hem bilesiniz ki size isabet eden, isabet etmemiş olana nispetle hem daha az hem de daha hafif ve küçüktür. Aynı zamanda bu, Rabbimizin lütuf ve rahmetine de açıkça bir gönderme ve işarettir. Evet. O’nun lütuf ve rahmetiyledir ki, ağır ve zorlu olanı varken, Müslümanlar daha hafif olan bela ve musibetlerle imtihana tabi tutuluyorlar. Bu, inkâr edilemez bir hakikattir.
Şimdi başkaları bir yana, kendimize bakalım, biz ne ile imtihan oluyoruz? İmanımızın ortaya çıkmasına vesile ve onun delili olabilecek hangi imtihan çeşidiyle imtihan olduk veya olmaktayız? Dahası, Allah için çıktığımız yolda, karşımıza çıkan imtihan çeşitlerinden hangisine karşı ne kadar sabır ve tahammül gösterdik, gösterebiliyoruz? Kendimizi test etme adına bu soruların cevaplarını bulmak önemlidir. Kabul edelim ki, sabır ve tahammülümüz, davaya olan iman ve bağlılığımızın bir göstergesi ve mücadele sahasındaki azm, aşk ve gayretimizin ya da ihlas ve gayretimizin de bir belirtisi bir belgesi ve şahididir, olabilir…
2 - İhtiyar arkadaşlarımı bir yana bırakıp genç kardeşlerime yönelmek istiyorum. Onlarla konuşmak ve dertleşmek istiyorum. Mısır, Suriye, Irak başta olmak üzere İslam beldelerindeki yangın ve yıkımı beraberce izliyoruz. Bilerek “izliyoruz” diyorum, çünkü Müslümanların maruz kaldığı bela ve musibetler karşısında yapıp ettiklerimiz hem çok pasif hem de yetersiz gibi duruyor. Bu da daha çok bazı bedelleri göze alamamaktan ileri geliyor. Mesela ölümü, şehadeti göze alma şuur ve kültürümüzün üstü küllenmiş gibi… Zindan ve esaret zahmetini göze alma ve bunlara katlanma şuur ve cesaretimize nazar değmiş gibi… Bedel adına göze alacağımız birçok fedakârlık daha vardır ki, göze alamıyoruz, kaçınıyoruz. Ne oluyor bize? Bu büyük musibetlerin hikmetlerinden biri belki de içimizde hapsettiğimiz iman cevherini hareket ve eyleme geçirmek olabilir. Mısır’da, Suriye’de, Irak’ta ve diğer beldelerimizde oluk oluk akan kan ve gözyaşı bizi harekete geçiremeyecekse, ne geçirecek? İslam düşmanlarının hayatı sevdikleri ve ona bağlandıkları kadar, biz Allah için ölüme ve şehadete sevdalı olmazsak fazla bir şey yapamayız ve onlara galip gelemeyiz. Onun için her birimiz bulunduğumuz konum ve noktada bu sevda ateşini körüklemeliyiz. “Ey İslam davetçileri! Ölüm tutkunu olun ki, size hayat bağışlansın. Sakın amelleriniz sizi aldatmasın, aldatanlar sizi Allah ile aldatmasın. Okuduğunuz kitaplar, devam ettiğiniz nafileler sakın sizi aldatmasın!” (A. Azzam)
Bu büyük musibetlerin birçok sebep ve hikmeti olabilir. Fakat bunların başında hemen hepimizin üzerinde ittifak ettiği ve eminiz ki musdarip olduğu dâhili ihtilaflarımız geliyor. Harici düşmanı üzerimize çeken de bu noktadaki zaaflarımızdır. Yani amansız iki düşmanla savaş halindeyiz. Biri, enaniyetimizin acı meyvesi olan iç çekişmelerimiz, diğeri de Allah ve İslam düşmanı olan kâfir ve münafıklardır. İçtekini ıslah etmedikçe veya kontrole almadıkça dıştakini alt etmek müşküldür. Bu müşkülü ortadan kaldırmak veya ortadan kaldırmak için çaba gösterenlerle birlikte çareler aramak boynumuzun borcu olmalıdır. Âlim, akil ve ihtiyar kurul ve kurumlarımız elbette vazifelerini yapıyorlar, fakat bu işte de gençler önde.. ve aktif rol almalıdırlar. İmanlı gençliğin Allah’ın avn u inayetiyle üstesinden gelemeyeceği mesele yoktur. Hiç kuşkusuz bu, imanlı, ihlaslı, bilinçli ve planlı programlarla, stratejilerle olmalı, ümmetin bu sahadaki tecrübesi, pratik girişimler eşliğinde değerlendirilebilmelidir.
4 - Biz Allah’ın rahmetinin nerede olduğunu ve nereden geleceğini kestirmeyebiliriz. Dünyevi gittiğimiz için bakışlarımızda sıkıntı var. Ufkumuz kasir, anlayışımız kıt, değerlendirmelerimiz bulanık ve isabetsizdir. Materyalist dalga zihnimizi kirletmiştir. Sebeplere takılıyor, arkasında işleyen kudreti göremiyoruz. Ölçü, tartı ve mülahazalarımızdaki ağırlık daha çok uhrevi olması lazımken, maalesef dünyevi oluyor. Bu ise, ümmet semasında ümitsizlik bulutlarının oluşmasına davetiye çıkarıyor. Mısır’a bakınca, Suriye’ye bakınca, Irak ve diğer beldelere bakınca halimiz ne olacak?” deyip duruyor ve daha çok ümitsizlik, yılgınlık tohumlarını sohbetlerimize, meclislerimize ekiveriyoruz. Bilmeden, farkında olmadan düşmanın ekmeğine yağ sürüyoruz. Bu gibi zaaflarımızla kuvvet ve enerji kaybediyor, kaybettiğimiz her enerjiyle de rakiplerimize güç ve kuvvet akıtmış oluyoruz. Bu ne hal? Bu karamsarlık niye? Hâlbuki hoşumuza gitmese de bazı şeyler vardır ki bizim için hayırlı ve bazı şeyler de vardır ki hoşumuza gittiği halde bizim için şer ve kötü olabilir. (2/216) biz bu imani ilkenin mirasçıları ve devam ettiricileriyiz. Yine biz “Allah’ın lütuf ve rahmetinden sadece kâfirler ümitsiz olur.” (12/87) düsturunu asırlar boyu yaşamış, yaşatmış ve bu akide ile ayakta durup düşmana galebe çalmış şanlı bir ümmetin evlatları, çocuklarıyız. Evet. Allah’ın rahmetinin nerede olduğunu ve nereden geleceğini bilmeyebilir, akletmeyebiliriz. Kim bilir belki de Allah’ın lütuf ve rahmeti bugün acı bir şekilde maruz kaldığımız bela ve musibetlerin perdesi altındadır. İman ve hikmet gözüyle bakmak lazım… O zaman:
5 - “Yüce Allah’ın rahmetini isteyen herkes her yerde ve her durumda O’nu yanı başında bulur. Hz. İbrahim bu rahmeti ateşin içinde buldu. Hz. Yusuf onu kuyunun dibinde ve zindanda buldu. Hz. Yunus onu üç katlı karanlığın altında, balığın karnında buldu. Hz. Musa onu her türlü güçten ve korumadan yoksun olduğu bebeklik döneminde nehrin dalgaları arasında ve pusuda bekleyen, her yerde kendisini arayan azılı düşmanı firavunun sarayında buldu. Mağaraya sığınan genç müminler onu bir mağaranın kuytu köşesinde buldular. Oysa onlar onu önce köşklerinde ve evlerinde aramışlardı da sonra birbirlerine şöyle demişlerdi: “Öyleyse mağaraya sığınınız, Rabbiniz engin rahmetinden size bir pay göndersin ve şu işinizde size kurtuluş yolu göstersin.” (18/16) (sonra) Peygamberimiz ile yakın dostu Ebu Bekir bu rahmeti Kureyşlilerin iz süren yoğun kovalamaları altında bir mağarada buldu. Onu O’na sığına herkes bulur. Yalnız bunun için insanın diğer her şeyden ümidini kesmiş olması, başka hiçbir yerde güç vehmetmemesi, başka hiçbir yerden rahmet beklememesi, bütün kapılardan yüz çevirerek tek Allah’ın kapısına yönelmiş olması gerekir. Şunu da unutmamak gerekir ki, yüce Allah rahmetinin kapılarını açınca bu rahmetin akışını hiç kimse durduramaz. Buna karşılık yüce Allah rahmetinin akışını durdurunca onu kimse salamaz. Öyleyse hiç kimseden ve hiçbir şeyden korkmaya gerek yok, hiç kimseye ve hiçbir şeye umut bağlamaya da ihtiyaç yok… Bu konudaki tek yönlendirici faktör, yüce Allah’ın dileğidir…” (Seyyid Kutup)
6 - O gün İbrahim’in ateşi, Yusuf’un kuyu ve zindanı, Yunus’un karanlıklar içindeki balığın karnı, Musa’nın bebekliği, mümin gençlerin mağarası, Efendimiz (s.a.v) ile yakın dostu Ebu Bekir’in hicret ve mağaraları bugün Mısır’ımız ya da başka bir beldemizde başımıza gelenler olabilir. Onlara o gün o şekilde isabet eden hadiseler, bize bugün bu şekilde isabet etmiş bulunmaktadır. Onlar başlarına gelenlerle imtihan olduklarında o ağır sınamalar karşısında, Allah’tan başka diğer her şeyden ve herkesten ümitlerini kesmişlerdi. Güç ve kuvvet bakımından sadece O’na dayanıp tevekkül etmişlerdi. Yardım ve kurtuluşu sadece O’ndan beklemişlerdi. Sadece O’nun kapısına yönelmiş, O’na tam bir teslimiyetle iman etmiş ve merhamet ile rahmeti sadece O’ndan dua edip istemişlerdi. Öyle ki kendilerine isabet eden isabet ettiği zaman Allah’ın bağı dışında tutunacakları başka hiçbir bağları kalmamıştı. Allah’ın bağı ise, tutunup teslim olmaya layık en yüce bağdır. Bize gelince, bir kere biz hala bazı dünyevi bağlardan ilişiğimizi koparamamışız. Kendimiz gibi geçici olan o bağlardan yana maalesef hala ümidimiz var gibi… Farkında olalım ya da olmayalım teslimiyet, tevekkül ve münacaatlarımızda hala aşamadığımız birçok problemimiz var. Teslimiyet ve tevekkülümüz kâmilen olmuyor, münacaatlarımız halisen olmuyor. Bunlar gibi daha birçok zaaf noktamız vardır ki, bunlar ilahi inayet ve rahmetin gecikmesine ve imtihan ağırlığının devam etmesine sebep olabiliyor.
7 - Musibetlerin devamına ve uzamasına sebep olarak gördüğüm en kritik zaaf noktalarımızdan biri maalesef dünya sevgisidir. Bu isabetsiz sevgi ile hayata bağlandıkça ölümden korkar hale geliyoruz. Hayata bağlandığımız ölçüde ölümden kaçıyor ve korkuyoruz. Hayata karşı bu bağlılık devam etsin diye birçok mukaddes değerden vazgeçmeyi göze alabiliyoruz. Böylece zillet içindeki bir hayatı izzetle nakışlı bir ölüme tercih eder duruma geliyoruz. İşte hem musibetlerin devamı ve dolayısıyla asıl yenilgi bu zilletli kapıdan içeri giriyor. Hâlbuki “ölümü hayata tercih eden kimse için ölümle hayat müsavidir. Peygamberimiz bize hak uğrunda ölmekten korkmamayı öğretmiştir. Hiçbir şey bizi korkutamayacaktır. Ölümü hayata tercih eden bir milletin önünde hiçbir şey durmayacaktır.” Bu söz İmam El-Benna’nındır. Onun mektebinin öğrencileri gerçekten bu sözün ruhuyla mutabık yürüyorlar. Mısır’da ya da bir başka yerde zorbalara karşı direniş halinde iken Müslümanların ölüm şerbetini içmeleri asla mağlubiyet değildir. “Eğer ölüm yeniği olsaydı, Peygamberin sahabeleri ölüme aşk derecesinde ilgi duymazlardı. İmam Hüseyn, öleceğini bile bile Kerbela Çölünde Yezid’in binlerce kişilik vahşi ordusuna, yetmiş iki adamıyla karşı durmazdı…” (İ.Şamil) Ne oluyor bize, meseleleri nasıl değerlendiriyoruz? Mekke’de şehid edilen Hz. Hubeyb’in şu aşağıdaki sözlerini Şehid Şeyh Said de darağacına giderken okumuştu:
“Bu dünyadaki hayatımın sonu geldi
Şu basit ağaç dallarına asmanıza perva etmem.
Kurban edildiğimden dolayı pişmanlık duymuyorum.
Muhakkak ki yolum, Allah yoludur.”
8 - Rabbimize sonsuz hamd u senalar olsun ki düne göre daha kötü değil, daha iyi bir yerdeyiz. Zulüm, küfür ve zorbalığa karşı –bütün eksikliklerimizle beraber – muazzam bir direniş hattı, muhteşem bir uyanış bloğu oluşmuştur, oluşmaya devam etmektedir. Müslümanların birbirini anlamaları, tanımaları, dayanışmaları ve yardımlaşmaları bugün daha iyi bir noktadadır. Bizim en büyük zaaflarımızdan biri olan ölümden korkmayı korkutmuş ve şehadet ruh ve bilincine bir adım daha yakınlaşmış bulunuyoruz. Şehadet ruh ve şuurunu kazanmak durumundayız. İhtiyar arkadaşlarıma da genç kardeşlerime de Beheşti’nin şu sözleriyle sözlerimi noktalamak istiyorum: “Şehid verdik” demeyelim; “Şehid kazandık” diyelim. Çünkü şehid, evet, zahiren aramızdan ayrılıyor ama kanı daha büyük hizmetler görüyor. Biz aşk ehliyiz, akıl ehli değil. Akıl ehli, hayatta kalmanın bin bir yolunu hesap ederken, aşk ehli, şehadet için bir yol bulma sevdasındadır. Sırf akıl ehli olanlar davaları için sadece tedbir peşinde koşarlar. Aşk ehli olanlar ise, davaları için önce kendilerini feda etmeyi göze alırlar. Her bir Müslüman, inancına aşkla bağlanmalıdır; sadece akılla değil.
(İnzar Dergisi – Haziran 2014)
Şimdi başkaları bir yana, kendimize bakalım, biz ne ile imtihan oluyoruz? İmanımızın ortaya çıkmasına vesile ve onun delili olabilecek hangi imtihan çeşidiyle imtihan olduk veya olmaktayız? Dahası, Allah için çıktığımız yolda, karşımıza çıkan imtihan çeşitlerinden hangisine karşı ne kadar sabır ve tahammül gösterdik, gösterebiliyoruz? Kendimizi test etme adına bu soruların cevaplarını bulmak önemlidir. Kabul edelim ki, sabır ve tahammülümüz, davaya olan iman ve bağlılığımızın bir göstergesi ve mücadele sahasındaki azm, aşk ve gayretimizin ya da ihlas ve gayretimizin de bir belirtisi bir belgesi ve şahididir, olabilir…
2 - İhtiyar arkadaşlarımı bir yana bırakıp genç kardeşlerime yönelmek istiyorum. Onlarla konuşmak ve dertleşmek istiyorum. Mısır, Suriye, Irak başta olmak üzere İslam beldelerindeki yangın ve yıkımı beraberce izliyoruz. Bilerek “izliyoruz” diyorum, çünkü Müslümanların maruz kaldığı bela ve musibetler karşısında yapıp ettiklerimiz hem çok pasif hem de yetersiz gibi duruyor. Bu da daha çok bazı bedelleri göze alamamaktan ileri geliyor. Mesela ölümü, şehadeti göze alma şuur ve kültürümüzün üstü küllenmiş gibi… Zindan ve esaret zahmetini göze alma ve bunlara katlanma şuur ve cesaretimize nazar değmiş gibi… Bedel adına göze alacağımız birçok fedakârlık daha vardır ki, göze alamıyoruz, kaçınıyoruz. Ne oluyor bize? Bu büyük musibetlerin hikmetlerinden biri belki de içimizde hapsettiğimiz iman cevherini hareket ve eyleme geçirmek olabilir. Mısır’da, Suriye’de, Irak’ta ve diğer beldelerimizde oluk oluk akan kan ve gözyaşı bizi harekete geçiremeyecekse, ne geçirecek? İslam düşmanlarının hayatı sevdikleri ve ona bağlandıkları kadar, biz Allah için ölüme ve şehadete sevdalı olmazsak fazla bir şey yapamayız ve onlara galip gelemeyiz. Onun için her birimiz bulunduğumuz konum ve noktada bu sevda ateşini körüklemeliyiz. “Ey İslam davetçileri! Ölüm tutkunu olun ki, size hayat bağışlansın. Sakın amelleriniz sizi aldatmasın, aldatanlar sizi Allah ile aldatmasın. Okuduğunuz kitaplar, devam ettiğiniz nafileler sakın sizi aldatmasın!” (A. Azzam)
Bu büyük musibetlerin birçok sebep ve hikmeti olabilir. Fakat bunların başında hemen hepimizin üzerinde ittifak ettiği ve eminiz ki musdarip olduğu dâhili ihtilaflarımız geliyor. Harici düşmanı üzerimize çeken de bu noktadaki zaaflarımızdır. Yani amansız iki düşmanla savaş halindeyiz. Biri, enaniyetimizin acı meyvesi olan iç çekişmelerimiz, diğeri de Allah ve İslam düşmanı olan kâfir ve münafıklardır. İçtekini ıslah etmedikçe veya kontrole almadıkça dıştakini alt etmek müşküldür. Bu müşkülü ortadan kaldırmak veya ortadan kaldırmak için çaba gösterenlerle birlikte çareler aramak boynumuzun borcu olmalıdır. Âlim, akil ve ihtiyar kurul ve kurumlarımız elbette vazifelerini yapıyorlar, fakat bu işte de gençler önde.. ve aktif rol almalıdırlar. İmanlı gençliğin Allah’ın avn u inayetiyle üstesinden gelemeyeceği mesele yoktur. Hiç kuşkusuz bu, imanlı, ihlaslı, bilinçli ve planlı programlarla, stratejilerle olmalı, ümmetin bu sahadaki tecrübesi, pratik girişimler eşliğinde değerlendirilebilmelidir.
4 - Biz Allah’ın rahmetinin nerede olduğunu ve nereden geleceğini kestirmeyebiliriz. Dünyevi gittiğimiz için bakışlarımızda sıkıntı var. Ufkumuz kasir, anlayışımız kıt, değerlendirmelerimiz bulanık ve isabetsizdir. Materyalist dalga zihnimizi kirletmiştir. Sebeplere takılıyor, arkasında işleyen kudreti göremiyoruz. Ölçü, tartı ve mülahazalarımızdaki ağırlık daha çok uhrevi olması lazımken, maalesef dünyevi oluyor. Bu ise, ümmet semasında ümitsizlik bulutlarının oluşmasına davetiye çıkarıyor. Mısır’a bakınca, Suriye’ye bakınca, Irak ve diğer beldelere bakınca halimiz ne olacak?” deyip duruyor ve daha çok ümitsizlik, yılgınlık tohumlarını sohbetlerimize, meclislerimize ekiveriyoruz. Bilmeden, farkında olmadan düşmanın ekmeğine yağ sürüyoruz. Bu gibi zaaflarımızla kuvvet ve enerji kaybediyor, kaybettiğimiz her enerjiyle de rakiplerimize güç ve kuvvet akıtmış oluyoruz. Bu ne hal? Bu karamsarlık niye? Hâlbuki hoşumuza gitmese de bazı şeyler vardır ki bizim için hayırlı ve bazı şeyler de vardır ki hoşumuza gittiği halde bizim için şer ve kötü olabilir. (2/216) biz bu imani ilkenin mirasçıları ve devam ettiricileriyiz. Yine biz “Allah’ın lütuf ve rahmetinden sadece kâfirler ümitsiz olur.” (12/87) düsturunu asırlar boyu yaşamış, yaşatmış ve bu akide ile ayakta durup düşmana galebe çalmış şanlı bir ümmetin evlatları, çocuklarıyız. Evet. Allah’ın rahmetinin nerede olduğunu ve nereden geleceğini bilmeyebilir, akletmeyebiliriz. Kim bilir belki de Allah’ın lütuf ve rahmeti bugün acı bir şekilde maruz kaldığımız bela ve musibetlerin perdesi altındadır. İman ve hikmet gözüyle bakmak lazım… O zaman:
5 - “Yüce Allah’ın rahmetini isteyen herkes her yerde ve her durumda O’nu yanı başında bulur. Hz. İbrahim bu rahmeti ateşin içinde buldu. Hz. Yusuf onu kuyunun dibinde ve zindanda buldu. Hz. Yunus onu üç katlı karanlığın altında, balığın karnında buldu. Hz. Musa onu her türlü güçten ve korumadan yoksun olduğu bebeklik döneminde nehrin dalgaları arasında ve pusuda bekleyen, her yerde kendisini arayan azılı düşmanı firavunun sarayında buldu. Mağaraya sığınan genç müminler onu bir mağaranın kuytu köşesinde buldular. Oysa onlar onu önce köşklerinde ve evlerinde aramışlardı da sonra birbirlerine şöyle demişlerdi: “Öyleyse mağaraya sığınınız, Rabbiniz engin rahmetinden size bir pay göndersin ve şu işinizde size kurtuluş yolu göstersin.” (18/16) (sonra) Peygamberimiz ile yakın dostu Ebu Bekir bu rahmeti Kureyşlilerin iz süren yoğun kovalamaları altında bir mağarada buldu. Onu O’na sığına herkes bulur. Yalnız bunun için insanın diğer her şeyden ümidini kesmiş olması, başka hiçbir yerde güç vehmetmemesi, başka hiçbir yerden rahmet beklememesi, bütün kapılardan yüz çevirerek tek Allah’ın kapısına yönelmiş olması gerekir. Şunu da unutmamak gerekir ki, yüce Allah rahmetinin kapılarını açınca bu rahmetin akışını hiç kimse durduramaz. Buna karşılık yüce Allah rahmetinin akışını durdurunca onu kimse salamaz. Öyleyse hiç kimseden ve hiçbir şeyden korkmaya gerek yok, hiç kimseye ve hiçbir şeye umut bağlamaya da ihtiyaç yok… Bu konudaki tek yönlendirici faktör, yüce Allah’ın dileğidir…” (Seyyid Kutup)
6 - O gün İbrahim’in ateşi, Yusuf’un kuyu ve zindanı, Yunus’un karanlıklar içindeki balığın karnı, Musa’nın bebekliği, mümin gençlerin mağarası, Efendimiz (s.a.v) ile yakın dostu Ebu Bekir’in hicret ve mağaraları bugün Mısır’ımız ya da başka bir beldemizde başımıza gelenler olabilir. Onlara o gün o şekilde isabet eden hadiseler, bize bugün bu şekilde isabet etmiş bulunmaktadır. Onlar başlarına gelenlerle imtihan olduklarında o ağır sınamalar karşısında, Allah’tan başka diğer her şeyden ve herkesten ümitlerini kesmişlerdi. Güç ve kuvvet bakımından sadece O’na dayanıp tevekkül etmişlerdi. Yardım ve kurtuluşu sadece O’ndan beklemişlerdi. Sadece O’nun kapısına yönelmiş, O’na tam bir teslimiyetle iman etmiş ve merhamet ile rahmeti sadece O’ndan dua edip istemişlerdi. Öyle ki kendilerine isabet eden isabet ettiği zaman Allah’ın bağı dışında tutunacakları başka hiçbir bağları kalmamıştı. Allah’ın bağı ise, tutunup teslim olmaya layık en yüce bağdır. Bize gelince, bir kere biz hala bazı dünyevi bağlardan ilişiğimizi koparamamışız. Kendimiz gibi geçici olan o bağlardan yana maalesef hala ümidimiz var gibi… Farkında olalım ya da olmayalım teslimiyet, tevekkül ve münacaatlarımızda hala aşamadığımız birçok problemimiz var. Teslimiyet ve tevekkülümüz kâmilen olmuyor, münacaatlarımız halisen olmuyor. Bunlar gibi daha birçok zaaf noktamız vardır ki, bunlar ilahi inayet ve rahmetin gecikmesine ve imtihan ağırlığının devam etmesine sebep olabiliyor.
7 - Musibetlerin devamına ve uzamasına sebep olarak gördüğüm en kritik zaaf noktalarımızdan biri maalesef dünya sevgisidir. Bu isabetsiz sevgi ile hayata bağlandıkça ölümden korkar hale geliyoruz. Hayata bağlandığımız ölçüde ölümden kaçıyor ve korkuyoruz. Hayata karşı bu bağlılık devam etsin diye birçok mukaddes değerden vazgeçmeyi göze alabiliyoruz. Böylece zillet içindeki bir hayatı izzetle nakışlı bir ölüme tercih eder duruma geliyoruz. İşte hem musibetlerin devamı ve dolayısıyla asıl yenilgi bu zilletli kapıdan içeri giriyor. Hâlbuki “ölümü hayata tercih eden kimse için ölümle hayat müsavidir. Peygamberimiz bize hak uğrunda ölmekten korkmamayı öğretmiştir. Hiçbir şey bizi korkutamayacaktır. Ölümü hayata tercih eden bir milletin önünde hiçbir şey durmayacaktır.” Bu söz İmam El-Benna’nındır. Onun mektebinin öğrencileri gerçekten bu sözün ruhuyla mutabık yürüyorlar. Mısır’da ya da bir başka yerde zorbalara karşı direniş halinde iken Müslümanların ölüm şerbetini içmeleri asla mağlubiyet değildir. “Eğer ölüm yeniği olsaydı, Peygamberin sahabeleri ölüme aşk derecesinde ilgi duymazlardı. İmam Hüseyn, öleceğini bile bile Kerbela Çölünde Yezid’in binlerce kişilik vahşi ordusuna, yetmiş iki adamıyla karşı durmazdı…” (İ.Şamil) Ne oluyor bize, meseleleri nasıl değerlendiriyoruz? Mekke’de şehid edilen Hz. Hubeyb’in şu aşağıdaki sözlerini Şehid Şeyh Said de darağacına giderken okumuştu:
“Bu dünyadaki hayatımın sonu geldi
Şu basit ağaç dallarına asmanıza perva etmem.
Kurban edildiğimden dolayı pişmanlık duymuyorum.
Muhakkak ki yolum, Allah yoludur.”
8 - Rabbimize sonsuz hamd u senalar olsun ki düne göre daha kötü değil, daha iyi bir yerdeyiz. Zulüm, küfür ve zorbalığa karşı –bütün eksikliklerimizle beraber – muazzam bir direniş hattı, muhteşem bir uyanış bloğu oluşmuştur, oluşmaya devam etmektedir. Müslümanların birbirini anlamaları, tanımaları, dayanışmaları ve yardımlaşmaları bugün daha iyi bir noktadadır. Bizim en büyük zaaflarımızdan biri olan ölümden korkmayı korkutmuş ve şehadet ruh ve bilincine bir adım daha yakınlaşmış bulunuyoruz. Şehadet ruh ve şuurunu kazanmak durumundayız. İhtiyar arkadaşlarıma da genç kardeşlerime de Beheşti’nin şu sözleriyle sözlerimi noktalamak istiyorum: “Şehid verdik” demeyelim; “Şehid kazandık” diyelim. Çünkü şehid, evet, zahiren aramızdan ayrılıyor ama kanı daha büyük hizmetler görüyor. Biz aşk ehliyiz, akıl ehli değil. Akıl ehli, hayatta kalmanın bin bir yolunu hesap ederken, aşk ehli, şehadet için bir yol bulma sevdasındadır. Sırf akıl ehli olanlar davaları için sadece tedbir peşinde koşarlar. Aşk ehli olanlar ise, davaları için önce kendilerini feda etmeyi göze alırlar. Her bir Müslüman, inancına aşkla bağlanmalıdır; sadece akılla değil.
(İnzar Dergisi – Haziran 2014)