Kudüs ve yol ayrımındaki insanlık…
ABD Başkanı Trump’un Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan etmesinin ardından Müslümanların ilk kıblesi olan Mescid-i Aksa’nın bulunduğu Kudüs ile ilgili birçok şey konuşulmaya başlandı. Bu konuşulanlar arasında belki de en dikkat çekici olanı üç din için de kutsal sayılan Kudüs’ün kimin olduğu tartışmaları oldu.
Müslümanların asırlardır bu topraklarda yaşamasına rağmen, birçoğu Avrupa’dan getirtilen Yahudiler, buraların atalarının yurdu olduğunu iddia ediyor. Diğer taraftan bu Yahudiler, Envanlejizm fikri altında kenti kutsal sayan Hristiyanlar ile birleşerek Müslümanlara saldırıyor.
Peki, Kudüs şehri her üç din için de kutsal sayıldığına göre bu sorun nasıl çözüme kavuşacaktır?
Yani Müslümanların, Yahudilerin ve Hristiyanların kutsal bir kent olarak gördüğü Kudüs’te kim hâkim olursa hayat herkes için yaşanabilir olur?
Gerçekten böyle bir şeyi kim temin edebilir? Yahudiler mi, Hristiyanlar mı yoksa Müslümanlar mı? Bu açıdan bir yol ayrımında bulunan insanlık, geleceğinin nasıl olacağı yönündeki tercihini doğru yapmak zorundadır.
Nasıl mı?
Bu sorulara en iyi cevabı tabi ki tarih verecektir.
Bugünün iyi anlaşılması ve gelecekte karşılaşılacak durumların önceden öngörülebilmesi açısından tarih çok önemli veri kaynağıdır. Tarihi okuyup ondan ders alamayanlar o tarihi bir daha yaşamak zorunda kalırlar.
Öncelikle Kudüs’ün Hristiyanlar tarafından işgal edildiği Haçlı Seferlerine değinelim… 15 Temmuz 1099 günü öğleden sonra, akşamüstü ve ertesi sabah Haçlı ordusu mensupları Kudüs'de bulunan bütün Müslümanları ve Yahudileri öldürmeye başlayıp dünya tarihinde eşine az rastlanır bir vahşet gerçekleştirdiler. Haçlı ordusu Kudüs'te iki gün içinde şehirdeki 70 binden fazla olmak üzere tüm Müslümanları ve Yahudileri kılıçtan geçirdiler. Birçok Müslüman Kudüslü Mescid-i Aksa camiine ve Haremi Şerif-Tapınak Tepesine Yahudiler de Batı Duvarı (Ağlama Duvarı) kenarında bulunan kendi sinagoglarına sığınmışlardı. Buralara sığınanların hepsi tek Müslüman ve Yahudi hayatta bırakılmadan öldürüldü.
Bu tarihi gerçek hem Batı Avrupalı Haçlılardan tarih yazanlar tarafından hem de zamanın tarihini yazan İslam kaynaklarında belgelenmektedir.
Haçlı yazarlardan biri olan, Aguiles'li Raymund bu vahşeti "övünerek" şöyle anlatır: “Görülmeye değer harika sahneler gerçekleşti. Adamlarımızın bazıları - ki bunlar en merhametlileriydi - düşmanların kafalarını kesiyorlardı. Diğerleri onları oklarla vurup düşürdüler, bazıları ise onları canlı canlı ateşe atarak daha uzun sürede öldürüp işkence yaptılar. Şehrin sokakları, kesilmiş kafalar, eller ve ayaklarla doluydu. Öyle ki yolda bunlara takılıp düşmeden yürümek zor hale gelmişti. Ama bütün bunlar, Süleyman Tapınağı'nda yapılanların yanında hafif kalıyordu. Orada ne mi oldu? Eğer size gerçekleri söylersem, buna inanmakta zorlanabilirsiniz. En azından şunu söyleyeyim ki, Süleyman Tapınağı'nda akan kanların yüksekliği, adamlarımızın bileklerinin boyunu aşıyordu.”
Bu ibretlik vahşiyane tarihi olay Hristiyanların Kudüs’ü ele geçirdiğinde kendi dışında hiç kimseye hatta Yahudilere dahi hayat hakkı tanımadığını bu zihniyetin bugün de imkân bulursa aynı şeyi yapacağını kanıtlıyor.
Siyonist Yahudilere gelince; uzağa gitmeye gerek yok zaten yakın tarih bu zihniyetin katliamlarıyla doludur. Uzak tarihte bu zihniyetin katliam yapamaması ise Kudüs’ün hâkimiyetini ellerine geçirememelerinden dolayıdır.
İsrailliler tarafından 9 Nisan 1948 tarihinde Deir Yasin Köyü’nde gerçekleştirilen katliamda 254 Filistinli sivil hayatını kaybetti.
1982'de İsrail, daha sonra birçok kez yapacağı gibi Lübnan'a girdi ve Ariel Şaron'un komutanlığında Hristiyan Falanjistler tarihin en büyük katliamlarından birini yaptı. Sabra ve Şatilla'da katledilen 991 kişiden yalnızca 328'inin kimliği tespit edilebildi.
Yine 25 Şubat 1994 tarihinde Batı Şeria’nın El Halil kentinde bulunan Hz. İbrahim Camii’ne sabah namazı esnasında bir Yahudi tarafından gerçekleştirilen saldırıda, aralarında çocukların da bulunduğu 50’nin üzerinde kişi hayatını kaybetti, yaklaşık 300 kişi de yaralandı.
Aynı şekilde tarihin en büyük katliamlarından birini İsrail 2002 yılında Cenin'de işledi. Cenin'deki mülteci kampına zırhlı birliklerle saldıran İsrail ordusu, 1300 sivili katletti.
Daha adını buraya sığdıramayacağımız kadar çok sayıda katliam ve hala günümüzde durmadan devam aynı zulümler…
Elbette Siyonist İsrail’in yaptığı bu katliamlar, onların zihin dünyasının bir yansımasıdır. Bilindiği üzere Yahudilik sadece bir din değil aynı zamanda bir ‘ırk’ olarak görülür. Dolayısıyla hâlen yürürlükte olan Yahudi inancına göre bir kimsenin Yahudi olabilmesi için en azından anasının Yahudi soyundan gelmesi gerekir. Yani bir insan ‘Ben Yahudiliğin doğru olduğuna inandım ve Yahudi olmaya karar verdim’ dese bile Yahudi olamaz. Mutlaka Yahudi soyundan gelen bir anadan doğmuş olması gerekir. Bu itibarla Yahudilik inancı temelde bir ırkçılık unsuru taşımaktadır. Yahudiler kendilerini yeryüzünün efendileri, diğer tüm insanları da hizmetçileri olarak görürler. Bu zihniyetin değil sadece Kudüs’ü hatta dünyanın neresinde otoriteyi ele geçirirlerse neler yapacaklarını varın siz düşünün.
Tüm bunlara ilaveten bir de İslam’ın Kudüs tarihine bakalım.
H.G.Wels'in Dünya Tarihi’nde tasvir ettiği gibi Kudüs’ün 638 yılında Müslümanların fethini diğer işgallerle karşılaştırın:
“Kudüs'ün devri konusunda yapılan müzakereler esnasında alışılmamış bir şart öne sürüldü: Kudüs'ün bizzat halife Ömer'e teslim edilmesi istendi. Ömer, 600 mil yolu sadece tek bir yoldaşıyla beraber kat etti. Deveye binmiş ve yolculuk eşyası sadece çavdarla dolu büyükçe bir kap, hurma ile dolu başka bir kap, su torbası ve yemek çanağı... Beraberinde kimse olmaksızın, şehrin idaresini, büyük ihtimalle Bizans hükümeti adamlarının ellerinden alan Kudüs başpiskoposu ile karşılaştı. Bu ikisi, hemen güzelce anlaştılar. Başpiskopos halifeye kutsal yerleri gezdirdi, Ömer ise keyiflenerek şaşalı giyinmiş ileri gelenlerin hesabına espriler yapmaktaydı.”
Hz. Ömer’in Kudüs halkına yönelik vesikası tam olarak bir özgürlük teminatıdır.
“Bismillahirrahmanirrahim. İşte şu vesika, müminlerin emiri, Allah'ın kulu Ömer'in Kudüs halkına verdiği vesikadır. Canlarına, mallarına, kiliselerine, haçlarına, hastasına, sağlıklısına, diğer din mensuplarına, kiliselerinin eve çevrilmeyeceğine, yıkılmayacağına, Kudüs ve civarından bir şey eksiltilmeyeceğine, haçlarından ve mallarından bir şeye ilişilmeyeceğine, dinlerine baskı yapılmayacağına, hiç kimseye zarar verilmeyeceğine… dair güvence veriyorum…”
Selahaddin Eyyubi Kudüs'ü geri aldığında (1187) Yahudilerin şehre dönmelerine imkân sağladı ve Müslüman ile Yahudi çocuklar arasında, iki farklı halk arasında benzeri bulunmayan, meşhur kardeşlik âdetini uygulamaya koydu.
Hatta Filistin’in Müslümanların elinde olmasının gerekliliğini bir makalesinde tarihi vesikalarla açıklayan Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç, şu hakikatleri dile getirir:
“Kudüs alışılmış bir şehir değildir. O, üç büyük dünya dininin vazgeçemeyecekleri kutsallıkları bulunan bir şehirdir: Herkese tamamen açık olacak, özgür bir Kudüs şehrini kim temin edebilir?
Hem teorik hem de pratik olarak bunu sadece Müslümanlar yapabilir.
Teorik olarak çünkü sadece İslâm Hz. Musa’yı, İsa'yı, İncil ve Tevrat'ı tanır, aksine ne Hıristiyanlar ne de Yahudiler ne Hz. Muhammed'i ne de Kur'an'ı tanırlar. Bu tespit, Müslümanların bu meseledeki üstünlüklerinin unsurudur. Pratik olarak, Kudüs Müslüman dünyasında bulunmaktadır. Kudüs’te olacak her türlü gayr-i İslâmî hâkimiyet, sadece güçle ayakta durabilen anormal bir durum olur ve gerginlik durumu hiçbir zaman özgürlük durumu değildir.
Tarih bu tezleri açık olarak teyit etmektedir. Kudüs, İslâm hâkimiyeti boyunca her üç din için özgür bir şehir idi. İçindeki esaret durumu onun Müslüman hâkimiyetinin yokluğuna denk gelmektedir. Bu iki defa oldu. İlk defa, haçlıların onu ele geçirdikleri zaman esnasında (1099-1187) ve ikinci defa da bugün, İsrail'in elinde iken olmaktadır…”
Bu tarihi olaylardan anlaşılmıştır ki şu an gündem olan Kudüs’te ve diğer coğrafyalarda yaşanan zulmün sona ermesi ve üç dinin mensuplarının özgür bir şekilde birlikte yaşaya bilmesinin teminatı ne Yahudilikte ne de Hristiyanlıktadır. Bunu temin edebilecek tek din, adı ‘barış ve esenlik’ olan ve bunu tarihte pratize eden yalnızca aziz İslam’dır. Gözleri kör olan insanlar bu hakikati görmezse bile…
Şimdi tüm bu tarihi hakikatler ışığında bir yol ayrımında bulunan insanlık, zulüm ile barış arasında bir tercih yapmak zorundadır. Bu tercihle insanlık, ya Yahudilerin hizmetçisi, ya Haçlı zihniyetinin kurbanı ya da İslam’ın esenlik yurdunda adil ve özgürce bir hayat yaşamayı tercih edecektir.
Rabbim tüm insanlığa İslam’ın Darusselam’ında buluşmayı nasip etsin…
(Hürseda)