İmam Humeyni ve Hatıralar 4 - 'Kum'daki ilk yıllarımız'
Kum şehrine varmamıza sekiz saat kalmıştı. Artık ağlamayı bırakmıştım. Ama gözyaşlarım boğazımda düğümlenmiş ve ağlamaktan boğazım şişmişti.
Hayatımda ilk kez yük arabasıyla yolculuk yapıyordum. Araçta bizden başka da yolcular vardı. Yaklaşık üç saat sonra Hesenâbâd’a vardık. Hesenâbâd’a kadar sürekli ağladım. İmam: “Bu kadar ağladığın yeter, biraz tahammül etmelisin!” dedi.
Kum’a sekiz saat kalmıştı. Artık ağlamayı bırakmıştım. Ama gözyaşlarım boğazımda düğümlenmiş ve düğümler boğazımın ağrımasına sebep olmuştu.
Sonunda Kum’a varmıştık. İlk olarak Seyyid Ahmed Lavasanî Bey’in evine gittik. Eşiyle, annem arkadaş olduğu için önceden tanışıyorduk. Annem ve babam beş yıl Kum’da yaşarken arkadaş olmuşlardı. Güler yüzlü bir şekilde bizi ağırladı. Ben de yapı olarak sıcakkanlı ve üzüntüsünü belli etmeyen biriyim. Bu nedenle samimi bir şekilde sohbet ettik.
İkinci Evimiz
Bir hafta Seyyid Ahmed Bey’in evinde kaldık. Sonunda kendimize ev bulduk ve kiraladık. Kiraladığımız evin büyük bir bahçesi vardı diyebilirim. Ev dört odalıydı ve iki de girişi vardı.
Ev sahibinin eşiyle arkadaş olmuştum. Anneme yazdığım ilk mektubumda “Gurbet ve sizlerden uzak kalmanın zorluğuyla yaşasam da iyi bir arkadaş buldum kendime. Ruhullah Bey benim için hayatında on dört çeşit meyve ağacı olan güzel bir ev kiraladı. Benim için üzülmeyin” diye yazmıştım. Sonra mektubumda meyve ağaçlarını sıralamaya başladım: “Birkaç çeşit üzüm ağacı, incir ağacı, nar ağacı, armut ağacı, elma ağacı...”
*** Burada dikkate değer birkaç husus vardır. Hatice Sakafî’nin bu sözlerinden ibret almak gerekir. O müşterek hayatındaki olumsuzlukları ve üzüntüsünü hatta kendi anne, baba ve kardeşlerine dahi söylemiyordu. Mümkün olduğunca onlara yaşadığı zorlukları yansıtmıyor ve sebepsiz yere onları da huzursuz etmiyordu. Öte yandan o, her zaman bardağın dolu tarafından hayata bakardı. Her ne kadar ailesinden uzak olsa da İmam Humeynî gibi bir hayat arkadaşı edinmişti. Bu yeni hayat arkadaşıyla, hayatı bereketleniyordu. Kendisi bu izdivacı kabul etmişti. Dolayısıyla elinde olmayan şeylere gönül bağlamıyordu. Sahip olduklarıyla mutlu oluyordu. Tıpkı överek anlattığı “çeşit çeşit meyve ağaçları” gibi. Hatice Sakafî’nin gözünde evlerinin bahçesi o kadar büyüktü ki, okuyucular kocaman bir bağa sahip olduklarını zannedebilir. Halbuki bahsettiği evlerinin bahçesi, birkaç meyve veren küçük fidanlardan oluşuyordu. ***
Recep ayının yirmi birinci günü ilk çocuğum Mustafa bu evde dünyaya gözlerini açtı. Evliliğimizin birinci yıl dönümünde, Ramazan ayında iki aylık bir bebeğim vardı. Mustafa’nın dünyaya gelmesiyle kendimi artık ömrümün sonuna kadar yalnız hissetmeyecektim... Ruhullah Bey, babasına olan ihtiramından dolayı ve benim de isteğim üzerine oğlumuzun adını Mustafa koymuştu.
Üçüncü Evimiz
Bu evimizden sonra Feyziyye Medresesi’ne yakın bir ev tuttuk. Çünkü evimizin kirası aylık beş Tümendi.[1] Bu kira İmam’a biraz fazla geliyordu. Zira talebe hayatı yaşıyorduk. İmam’ın Humeyn’de bir mülkü vardı. Oradan gelen parayla yetinmeye çalışıyorduk. Kimseye, muhtaç durumda olduğumuz izlenimini vermek istemiyorduk. Fakat Humeyn’den gelen para düzenli gelmiyordu. Dolayısıyla ne kadar paramız var, ne zamana kadar idare edebiliriz gibi hesaplar yapamıyorduk. Bu yüzden bazen borç almak zorunda kalıyorduk. Bazen de bazı ihtiyaçlarımızı veresiye alıyorduk. İmam’ın o günlerdeki yoksulluğu yürek burkuyordu.
Elbette hayatımın zor günlerinin çoğunu unuttum ama bazen aklıma oğluma mama alacak paramızın olmadığı günler geliyor. İmam, birinden borç veya şehriye[2] almak yerine aç kalmayı tercih ediyordu. Her fâzıl talebenin aldığı şehriyeyi almıyordu. Eğer şehriye almayı kabul etseydi -yaklaşık on tümen- durumuz çok daha iyi olacaktı. İmam, fâzilet ve ilmiyle tanınıyordu.
Merciyet şehriye dışında para vermeye bile razıydı. Merciyet, kaç tane Ruhullah Humeynî gibi talebeye sahipti ki? Ancak İmam ne olursa olsun şehriye almadı. Ben de her türlü zorluğa sabrettim; İmam Humeynî, İmam Humeynî kalsın diye...
Değerli talebeler! Neden daha rahat bir ev, daha rahat bir yaşam peşinde koşuyorsunuz? Bu gibi şeylerin peşinde ne kadar koşarsanız o kadar kendinizin ve ailenizin ıslahından uzaklaşacaksınız.
“Es-sabru miftahu'l ferec” (Sabır, kurtuluşun anahtarıdır)
Elbette eşiniz ve çocuklarınıza tahammül edemeyecekleri zorluk çektirmeyin! Siz arkadaşlarınızla gülüp eğlenirken onlara zorluk çektirmeyin.
Sade yaşamaya gayret edin. Kanaatkâr olmaya çalışın. Daha büyük bir ev, daha rahat bir yaşam için kimsenin minneti altına girmeyin. Başı dik olmak isteyen kimsenin, dünya cazibelerinin onu kandırmasına izin vermemesi gerekir.
Hayatım boyunca hiçbir zaman İmam’dan para, elbise vs. herhangi bir şey istemedim. Bir şey istersem ve onu alabilecek gücü olmazsa çok üzülürdüm. Para harcamamak için defalarca çoraplarıma yama yapardım, eski elbiselerimi uzun yıllar giyerdim. Elbette yılda bir kez ayakkabı, namaz çarşafı gibi şeyler kendime ve çocuklarıma alabiliyordum. Ben, İmam’ın almak istemeyeceği ya da alacak kudretinin olmayacağına ihtimal verdiğim şeyleri kendisine söylemekten hep uzak durdum.
Evliliğimizin ilk on yılı yoksulluk içinde geçmişti ama sonraki on yılı maddi olarak daha iyi düzeydeydik. Özellikle ikinci on yılımızın sonlarında daha da iyiydik. Bu ikinci on yıla girdiğimizde yavaş yavaş çocuklar için çeyiz hazırlamam gerekiyordu. Ancak tüm zorluklara rağmen hepsine hazırlayabilmiştim.
Terzilik geçmişim olduğu için çocukların çeyizini kendim hazırladım. Hatta kalın perde ve kışlık giysiler de dahil! Çeyiz hazırlarken terziye gitmesi gereken şeyleri terziye vermeyi düşünemiyordum bile. Zira terzi belli bir ücret karşılığında dikecekti. Paran yoksa doğal olarak terzinin varlığı ya da yokluğu senin için bir şey ifade etmiyor. Kısacası üç kızıma da çeyizliklerini kendim diktim. Hem hesaplı oldular hem de güzel!
(Bir defasında İmam bir top kalın siyah bir kumaş getirdi. Nereden almıştı bilmiyorum. Israrla kendisine qeba ve lebâde[3] dikmemi istiyordu. Kabul etmek istemiyordum. Ama İmam ihtiram ve mahabbetle isteğini yineliyordu. Kumaş çok kalındı ve astarlı dikmek daha da zor olacaktı. En sonunda kabul ettim ve istediklerini dikebildim.)
İmam’ın İki Önceliği: Ders ve İbadet
Ruhullah Bey’in aklı fikri derslerindeydi. Ders çalışmaya ve ders vermeye aşıktı! Gece namazından sonra uyumaz, ders çalışırdı. Sonrasında ise gece yatana kadar ders verirdi. Sürekli “Vazifem olan ibadet ve derslerimi hiçbir şeye değişmem” diyordu.
Dördüncü Evimiz
Üç yılın sonunda ev sahibimiz evden çıkmamızı rica etti. Bizim oturduğumuz eve kendi kızının taşınacağını söyledi. Oturduğumuz ev fena değildi. Önceden refah dolu bir hayatım olduğu için “fena değildi” dediğimi düşünmeyin. Ben Ruhullah Bey’in eşi olduğum için öyle söylüyorum, zira onun gözünde kötü bir ev değildi... Ama işin aslı, uygun bir ev değildi. Ev sahibinin eşi iyi bir anneydi ve bana çocuk büyütme konusunda çok yardımcı oldu. Benden iki yaş küçük bir kızı vardı. Kızıyla beraber oynuyorduk, oğlum Mustafa bizim oyuncak bebeğimiz olmuştu âdeta! Biz de çocuk sayılırdık zaten; henüz hayatın zorluklarıyla karşılaşmamıştık. Ruhullah Bey sürekli “Kimse senin gibi değil” diyordu. Çünkü ben neşeli, sıcakkanlı ve şiir ehliydim.
Ben farklılığı seviyordum ve bu yüzden taşınacağımız için mutlu olmuştum. Ev değiştirme meselesinin gündeme gelmesiyle Seyyid Muhammed Sadık Lavasanî Bey de belirmişti. Sürekli latife ile İmam’a şöyle diyordum:
“Siz ikiniz ne kadar yakınsınız. Sen ikinizin yerine ders çalışıyorsun, Seyyid Muhammed Sadık Bey de ikinizin yerine zahmetleri çekiyor.”
Seyyid Muhammed Sadık Bey, İmam’ın hâlâ en yakın dostlarındandır ve her zaman İmam’a yardımcı olmuştur.
[1]İran’ın para birimi
[2]Burs parası
[3]Mollaların giydiği uzun kıyafetler.