Fecr suresi: İtaatle Tatmin Olanlar ve Güçleriyle Aldananlar

Fecr suresinde; her şeyi maddî açıdan değerlendiren, izzet ve zilletin ölçüsünü maddiyatla ölçen, mal zenginliğiyle tatmin olan materyalist düşünceye sahip insanların durumu örnek verilerek gerçek manada itminanın yolu gösterilmektedir. İnsanlardan bir kısmı ellerindeki güç ve imkanların imtihan aracı olduğunu unutmuş, bütün sevgilerini servetlerine bağlayarak aldanmışlardır. Bundan dolayı azgınlık etmiş, zayıf gördüklerine zulmetmiş, canlarının istediklerine vermişler, canlarının istemediklerini de mahrum etmişlerdir. Sonuçta Allah (cc) onları hiç hesap etmedikleri ve daha önce benzerini görmedikleri bir azapla yakalamıştır. Diğer grup insanlar ise her zaman itaat etmeye çabalamışlar, ellerindeki imkanları fırsata dönüştürmüşler ve mübarek zaman dilimlerini de ibadetlerle değerlendirerek gerçek manada huzura kavuşmuşlardır. Rableri onlardan razı, onlar da Rablerinin mükafatından memnun olarak cennete kavuşmuşlardır. Surede itaatle mutmain olanların özellikleri açıkça ifade edilmemiş, tersinden bir anlatımla kötülerin durumu anlatılarak böyle olmayanlar rablerinden razı ve rableri de onlardan razı olarak cennete kavuşacakları bildirilmiştir.[1]
Fecr suresini dört bölümde incelemek mümkündür:
Birinci bölümde; Fecre, on geceye, tek ve çifte, geçip giden geceye yemin edilmiştir.[2] Her ne kadar açıkça belirtilmemişse de siyaktan dolayı, Mekke müşriklerinin hesaba çekileceklerini inkâr etmelerine karşılık Allah’ın (cc) onları azaba uğratacağı üzerine yemin edildiği anlaşılmaktadır. (Nesefî, Medariku’t-Tenzîl) Bundan sonra yemin edilen bu hususlarda hicr sahipleri yani akıl sahipleri için büyük bir yemin olduğu bildirilmiştir. Akıl için “lizi hicr” denilmesi hicr kelimesi ile aklın fonksiyonu arasındaki bağlantıdan dolayıdır. Arapçada bu kelime etrafı taşlarla örülerek korunan yerler için kullanılmıştır. Akıl da insanı kötülüklerden korumaya yaradığı için zi hicr denilmiştir. Kötülüklerden nehyettiği için akla nuhâ da denilmiştir. Kısacası akıl için engelleme ve koruma anlamı olan isimler kullanılmıştır. Dolayısıyla Kur’ân’a göre akıllı insan, nefsini azaptan koruyan kişidir.
Zikredilen vakitlere, Allah’ın (cc) kudretinin tecellisinden ya da bu zamanlardaki bereketten veya bu zamanlarda helak olan kavimlerden dolayı yemin edilmiş olabilir. Müfessirlerin çoğunluğu yapılan ibadetlere kat kat fazlasıyla sevap verildiği için yani bereketli oldukları için bu vakitlere yemin edildiğini tercih etmişlerdir. Buna göre akıllı insan, üzerine yemin edilen Zilhicce’nin ilk on günü, sabah vakti ve geceleri en iyi şekilde değerlendirir. Aklı olmayanlar ise farkına dahi varmazlar.
İkinci bölümde, geçmişte güç ve komforlarıyla şımaran toplumlardan; Ad, Semud ve Firavun kavimlerini Cenab-ı Hakkın nasıl helak ettiğine dikkat çekilmiştir. Bu kavimler kuvvetleriyle öne çıkmışlardır. Mesela Firavun, insanları kazıklara bağlayarak işkence etmesiyle ve büyük orduya sahip olmasıyla korku salmıştı. Mümin karısını da ellerinden ve ayaklarından dört kazığa bağladıktan sonra üzerine bir değirmen taşı bırakarak ölünceye kadar bırakmıştır. (Suyûtî, Durru’l-Mensûr) Semud kavmine gelince onlar da taşları yontarak evler yapmışlardır. Ad kavmi ise kendi zamanlarındaki insanların yaratılış bakımından en güçlüleri idiler. Başkalarına korku salarak çok rahat bir şekilde sindirebiliyorlardı. Yüksek binalar inşa ederek görülmemiş şehirler kurmuşlardı. Ama sonunda yedi gece ve sekiz gün süren bir rüzgarla helak olmuşlardır. Sahip oldukları güç ve ihtişama rağmen üzerlerine Allah’ın elem verici azabı hiç hesaplamadıkları bir şekilde gelmiştir. Çünkü Rableri her an gözetlemedeydi.[3] Adeta buraya kadar yapılan yeminlerin ve anlatılan geçmiş kavimlerin kıssalarının sebebi “Rabbin her an gözetlemededir” hakikatini bildirmektir. Sanki mübarek zamanları anlamsız işlerle geçirenler veya güçlerine güvenerek her şeyi yapabileceklerine inananların kaybetme sebebi sadece bu gerçeği göz ardı etmeleridir.
Üçüncü bölümde Rablerinin gözetlemede olduğunu hesaba katmayanların hayata bakış açıları anlatılmıştır. Bunlar hayatın imtihan olduğunu unuttukları için her şeyi maddiyata göre değerlendirmişlerdir. “Rabbi onu imtihan edip kendisine ikramda bulunsa o vakit der ki: “Rabbim bana ikram etti.” Ama Rabbi onu sınayıp rızkını daralttığında: "Rabbim beni alçalttı (perişan etti)" der.[4] Hasan-ı Basrî bu ayetleri şöyle açıklamıştır: "Hayır! İnsan her iki durumda da yanılmıştır! Rabbi bunlarla ne onu şerefli kıldı ne de zelil etti. Asıl onu devamında zikredilen: "Hayır! Doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz. Yoksulu yedirmeye birbirinizi teşvik etmiyorsunuz. Size kalan mirası hak gözetmeden yiyorsunuz. Malı da oldukça seviyorsunuz"[5] hususlarından dolayı zelil etti.
Dünyada varlık sahibi olmak Allah’ın bir mükafatı ve rızık darlığı da Allah’ın bir cezası değildir. Her ikisi de imtihandır. Mal, şeref ve zilletin ölçüsü değildir. Birçok ayette[6] bildirildiği gibi Allah (cc) insanı imtihan edecektir. İnsanlardan birini daha çok sevdiği için diğerine de buğz ettiği için zengin ve fakir etmemiştir. Tek ölçüleri maddiyat olanlar ise paylaşımda güçsüz gördükleri; yetim, miskin ve kadınlara vermedikleri, sadece sevdikleri kişilere verdikleri için Cenâb-ı Hakkı da kendileriyle kıyaslamışlardır. Dolayısıyla Allah (cc) onlara mal ve oğullar verince denendiklerini unutmuşlar ve şöyle kabul etmişlerdir: “Kendilerine servet ve evlat vermekle, onların iyiliklerine koşturduğumuzu mu zannederler? Hayır, farkında değiller.”[7]
Fussilet suresinde bildirildiğine göre servet ve güç bazı insanları öyle büyülemiş ki, ahirette de kendilerine diğer insanlardan daha iyi muamele edileceğine inanmışlardır. “Başına gelen bir sıkıntıdan sonra, tarafımızdan ona nimet tattırırsak: “Bu benim hakkımdı zaten, Kıyametin geleceğini de pek zannetmem. Ama olur da (müminlerin dediği gibi), Rabbimin huzuruna götürülecek olsam bile, O'nun yanında en güzel ne varsa o da benim olur, (hiç tereddüdünüz olmasın)!” der.”[8]
Dördüncü bölümde ise imtihanın sırrını anlamayanların pişmanlıkları, keşkeleri ve daha önce benzerini görmedikleri şekilde azaba uğramaları anlatıldıktan sonra yeniden diriliş esnasında mutmain olan nefse hazırlanan güzel karşılama ile sure sona ermektedir.
Bu surede zımnen Müslümanlara, Allah’ın hakkı ile kulların hakkını birbirinden ayırarak aynı yanlışa düşmeme uyarısı yapılmaktadır. Mübarek zaman dilimlerini; namaz, oruç ve hac gibi hukukullaha riayet ederek geçirip yetim hakkı, miras hukuku gibi malla ilgili ahkamı göz ardı etmek Allah’ın paylaşımına razı olmamak ve onun rızasını da kaybetmektir. İslam toplumlarında; dünya malına aşırı sevgi, miras paylaşımında haksızlık, yetim hakkını gözetmeme, mübarek zamanlara gösterilen hürmetle uyuşmamaktadır. Şunu unutmamak gerekir ki insanların hukuku ile Allah’ın (cc) hukukuna birlikte riayet edenler ancak şu ilahî hitaba muhatap olabilirler: “Ey mutmain olan nefis! Sen O’ndan, O da senden razı olarak Rabbine dön. Haydi kullarımın arasına katıl ve gir cennetime.”[9]
Maddî imkanların çokluğu insanı Allah (cc) katında ayrıcalıklı yapmaz. Asıl ayrıcalık bunları nerede ve nasıl kullandığında ortaya çıkar. (Veysel Çelik - Hürseda Haber)
[1] Diğer bir yoruma göre ise baştan sona kadar hep kötülerden bahsedildiği için surenin sonunda muhatap alınan mutmain nefisten kasıt, dünya malıyla mutmain olan kötü nefistir. Dolayısıyla bu kötü nefse artık maddiyatla tatmin olmaktan vazgeç ve rabbine dön denilmek istenmiştir. Bu yorumu Maverdi zikretmiştir. Mustafa İslamoğlu da tercih etmiştir. Ancak ulemanın geneli rivayetleri göz önünde bulundurarak surenin sonundaki muhatabın mümin nefis olduğunu savunmuştur. Bizim açıklamalarımız müfessirlerin ekserisinin yorum tarzına uygun yapılmıştır.
[2] Fecr, 89/1-4.
[3] Fecr, 89/14.
[4] Fecr, 89/15-16.
[5] Fecr, 89/17-19.
[6] Hud, 11/7, Mülk 67/2, Bakara, 2/155.
[7] Mü'minûn, 23/55-56.
[8] Fussilet, 41/50.
[9] Fecr, 89/27-30.