Bu Vurdumduymazlık Ne Kadar Sürecek?
Yaklaşık 8 aydır İsrail’in Filistin halkına yaptığı zulümler artan bir hızla devam ederken, -çok azı hariç- İslam ümmeti bunları sessiz ve sakin izlemektedir. Ümmetin sessizliğinin çaresizlikten olduğunu bir an için (gerçek böyle değildir) kabul etsek bile ortada yine de oldukça garip bir durum vardır. Müslümanların her şey yolundaymış gibi hayatlarına devam etmeleri, eğlence ve israflarından geri durmamaları, aşırı bir hırsla sadece dünyaya sarılmaları, helal harama riayet etmeden kısa yoldan köşeyi dönme hesapları, günahlarıyla yüzleşmemeleri, İslam kardeşliğini ayaklar altına almaları gibi hastalıkların neden halen artarak devam ettiği tezlere konu olabilecek acayip bir haldir. Çünkü normal şartlarda bunca acılara şahit olan birinin azıcık da olsa kalbinin yumuşaması gerekir. Bir nebze de olsa önceki haliyle şimdiki hali arasında bir fark olması gerekir. Hardal tanesi kadar da olsa bir ilerleme kaydetmesi lazım. Bugün şahit olduğumuz bu vurdumduymazlığın benzerleri tarihte de yaşandığı için geçmişteki önderlerimizin yaklaşımlarından istifade ederek kısa bir değerlendirmede bulunmaya çalışacağız.
Kısa bir giriş mahiyetinde bilinmesi gerekir ki iyilik ve kötülüklerin sadece sevap ve ikâb şeklinde etkileri yoktur. Ayrıca hem dünyada hem de ahirette tekvinî eserler meydana getirmektedirler. Günahların affedilmesi tövbe ile olsa bile bıraktıkları etkileri gidermek sadece tövbeyle mümkün olmayabilir. (Günahların ne tür etkileri olduğu, tövbe ve günahların izlerinin silinmesi konusunu bir sonraki yazımızda detaylı incelemeyi düşünüyoruz.)
Bazı ameller vardır ki nasihatler ne kadar etkili olursa olsun insanın ondan ibret almasına engel olurlar. Bu yüzden nasihatlerin etkili olması sadece nasihatçilerle alakalı değildir. Muhatabın durumu da oldukça önemlidir. Bazen konuşanda herhangi bir sorun olmaz ancak dinleyenden kaynaklanan sebeplerden dolayı nasihat istenilen etkiyi meydana getirmez. Bazen de tersi olabilir. Dinleyen hazır ve istekli olmasına rağmen konuşan hakkıyla görevini yapmaz ve istenilen etki meydana gelmez. Kısacası vericilerle alıcıların frekansları denk gelmedi mi nasihat etkili olmaz. Son zamanlarda yaşadıklarımıza bakıldığında nasihatçilerin görevlerini hakkıyla yaptığında bir şüphe yoktur. Çünkü son 8 aydır yaşanılanlarda çok etkileyici fiili nasihatler vardır. Buna rağmen; etkilenmemek, hiçbir şey yokmuş gibi hayatına devam etmek, dünyayı güllük gülistanlık gibi görmek biz muhataplarda ciddi bir sorunun habercisidir.
Şu anda yaşananlar bizleri, ister istemez İmam Hüseyin’in (as) Kerbela’da sarfettiği cümleleri üzerinde düşünmeye sevk etmektedir. İmam, Kerbela günlerinde birkaç defa etkili hutbeler vermişti. Ancak çok az insan hariç kimsede tesir yapmadı. Bunun üzerine onlara şöyle dedi: “Benim öğütlerimin size etki etmemesinin ve gösterdiğim yolu kabul etmemenizin tek nedeni, karınlarınızın haramla dolmuş olmasıdır.” Yani demek istiyordu ki benim sözlerim doğrudur. Normalde sizin dinleyip tövbeye sarılmanız gerekir. Ancak sizin bedenleriniz, dolayısıyla düşünceleriniz haramdan oluştuğu için hakkı kabul edemezsiniz. Doğru sözü algılama yeteneğinizi kaybettiniz. Düşünceleriniz geçmiş yıllarda yediğiniz ve içtiklerinizin ürünü olup, geçmişinizde de haram olduğu için benim hak sözlerim sizde yankı bulmuyor. Haram yemekle doğru düşünce bir arada olmaz. Haram etlerden oluşmuş organlardan adil davranış beklenemez. Belki çetin riyazetler sonucu haram etlerinizden kurtulduktan sonra durumunuz değişebilir.[1]
Bu sözler çok etkileyici ve sarsıcıdır. Kendimizi sorgulamanın gereğine dikkat çekiyor. Buna göre kendi kendimize şu soruları sormamız gerekir. Sabah namazını kaçırdığımda acaba dün işlediğim hangi günahımdan dolayı ibadetten mahrum kaldım? Huzura kabul edilmeyecek hangi büyük suçu işledim? Elim infak etmeye gitmiyorsa acaba nedendir? Sılay-ı rahmi terk ettiğim için mi dualarıma icabet edilmiyor? Zekatımı hakkıyla vermediğim için mi sürekli hesapta olmayan masraflar çıkıyor? Benim günahlarım yüzünden mi gök yağmurunu kesiyor? Kazancım haram olduğu için mi kalbim taşlaşmış? Gözlerimden bir damla gözyaşı neden gelmiyor? vb. Sorular çoğaltılabilir.
İmam Hüseyin (as) haram yemekle hakk söze aldırmama arasında bağlantı kurmuştur. Çünkü Allah (cc) peygamberlerine temizden yemeyi emrettikten sonra sâlih amelde bulunmalarını istemiştir. “Ey peygamberler! Temiz ve helâl olan şeylerden yiyin, güzel ve sâlih ameller işleyin!” Bu ayet sâlih amellerin temiz, yani helal yiyecek ve içeceklerden sonra olacağını bildiriyor. Bir hadiste bildirildiğine göre ne kadar zahmet çekerse çeksin ne kadar emek harcarsa harcasın, yediğine içtiğine dikkat etmeyenin duasının kabul olunmayacağı bildirilmiştir. “Bir kimse Allah yolunda uzun seferler yapar. Saçı başı dağınık, toza toprağa bulanmış vaziyette ellerini gökyüzüne açarak: Yâ Rabbi! Yâ Rabbi! diye dua eder. Halbuki onun yediği haram, içtiği haram, gıdası haramdır. Böyle birinin duası nasıl kabul edilir!”[2]
Bizim vurdumduymazlığımızın hem yiyecek ve içeceklerimizle hem de başka büyük günahlarımızla alakası olabilir. Ancak bundan kurtulmanın yolu nedir? denilirse Tebük seferinden ders alıp yola koyulmakta acele etmek gerekir, deriz. Bazı münafıkların Tebük seferine katılmama sebepleri, Medine’de kalıp Peygamberle (saa) çıkmamaları olarak görünse de Kur’ânî perspektiften bakınca Allah (cc) onların çıkmasını istemediği için, onların Peygamber (saa) ile birlikte hareket etme bahtiyarlığını hakketmedikleri için mahrum bırakıldıkları anlaşılmaktadır. Tevbe suresinde şöyle anlatılmaktadır. “Eğer onlar savaşa çıkmak isteselerdi elbette bunun için bir hazırlık yaparlardı; fakat Allah da onların sefere çıkmalarını istemedi, onları geri koydu, onlara “Oturun bakalım diğer oturanlarla beraber!” denildi.”[3] Geri bırakılanlar savaşa çıkma gücüne sahip olmadıklarını iddia ederken yalan söylüyorlardı. Tersine onlar savaşa çıkmak istemiyorlardı. Çünkü istekli olsalardı hazırlık yaparlardı. Bu konuda az da olsa isteklerini belirtirlerdi. Ancak en ufak bir belirti göstermediler. Allah (cc) da ikiyüzlülüklerinin bir cezası olarak Peygamber (saa) ve müminlere bir lütuf olarak onları alıkoydu. Aksi takdirde İslam ordusuna, sonraki ayette bildirilen zararları vereceklerdi. “Şayet sizinle çıkmış olsalardı, bozgunculuk etmekten başka bir faydaları olmazdı. Fesat ve fenalığı artırmaktan başka bir iş yapmazlardı. Sizi fitneye düşürmek arzusuyla aranıza sokulup entrikalar çevirirlerdi. Aranızda onlara kulak verenler de vardır. Allah o zalimleri pek iyi bilir.”[4] Allah (cc) bazı özelliklerinden dolayı onları alıkoyduğunu belirtiyor. Dolayısıyla şöyle denilebilir; onlar geri kalmadılar, geri bırakıldılar. Sebebi ise hakketmiyorlardı. Aynı şekilde kendimizi de sorgulayabilirsek hiçbir zararımız olmaz. Acaba bu vurdumduymazlığımız mahrumiyetimizin alameti mi?
Tebük seferi ciddi bir imtihandı. Münafıklar her zamanki gibi çabucak elendiler. Gerçek yüzlerini ortaya koydular. Bahaneler üreterek günü kurtarmaya çalıştılar. Sonuç olarak Allah’ın gazabını tercih ettiler. Müminlerden de farklı tavırlar sergileyenler oldu. Keşşaf tefsirinde bazılarının ismi zikredilerek durumları anlatılmıştır. Bir kısmı şartlar ne olursa olsun yolda olmaktan başka bir seçenek tanımamıştır. Ebu Zer el-Ğıfari işte bunlardandır. Seferde bineği yavaşlamış, o da yükünü sırtına alarak Peygamber’in (saa) arkasından yürüyerek yetişmiştir. Peygamber (saa) uzaktan onu görünce “Keşke Ebû Zer olsa!” buyurmuş; “evet odur” denilince: “Allah Ebû Zer’e rahmet eylesin. Yalnız yürür, yalnız ölür ve yalnız haşredilir.”
Bazıları geçici bir sarsıntı yaşasa da kısa sürede toparlanıp yola çıkmışlardır. Hasan-ı Basrî’nin şöyle dediği nakledilmiştir: Birinin yüz bin dirhemden daha değerli bir bahçesi vardı. Kendisini Allah yolundan alıkoyduğu için hepsini infak etmiştir. Bir diğeri ailesini koruma endişesiyle geri kalmıştı. Sonra ailesine dönüp: “Vallahi bütün geçitleri aşıp Peygamber’e (saa) yetişeceğim!” demiş ve bineğine binip Peygamber’e (saa) ulaşmıştır.
Ancak bazıları işi ertelemişlerdi. Bugün, yarın çıkarım derken nihayet ordu geri dönmüş. Ancak bunlar da son dönemeçte dürüstçe davranmaktan vazgeçmemekle kurtulmuşlardır. Tövbeleri Kur’ân’da zikredilerek sonrakilere örnek verilmiştir. “Allah geriye bırakılan (savaşa katılmayan) üç kişinin de tövbesini kabul etti. Sonunda, bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmeye başlamış, vicdanları kendilerini sıkıştırmış ve Allah’a karşı O’ndan başka sığınılacak kimse olmadığını anlamışlardı. Bunun üzerine O da eski durumlarına dönmeleri için onlara tövbe nasip etti. Şüphesiz Allah, tövbeleri kabul edendir, merhametlidir.”[5]Bu ayette de ilginç olan geride bırakılanlar ifadesinin edilgen yapıda kullanılmasıdır. Yani geri kaldılar değil de geri bırakıldılar denilmesidir. Taberi gibi bazı müfessirler tövbeleri ertelendi şeklinde tefsir etmişlerse de ağırdan almalarından dolayı geride bırakıldılar şeklinde de tefsir edilmesi uygundur. Öyleyse bazı ameller bizi hayırdan alıkoyuyor. İyilerin gerisinde bırakıyor. Bu amelleri iyi tespit edip bir an önce kurtulmak gerekir.
Sonuç olarak vurdumduymazlığımızdan bir an önce tövbe etmeliyiz. Öyle ki yeryüzü genişliğine rağmen bize dar gelmesi lazım. Vicdanımız sürekli bizi rahatsız etmeli. Mazlum Filistin halkı ve dünyadaki bütün mazlumlar kurtuluncaya kadar rahatsızlığımız durmamalı. (Veysel Çelik - Hürseda Haber)
[1] Abdullah Cevadî Amulî , Hüseynî Kıyam ve Akıl, Çev. Cafer Bayar, İstanbul, 2010, S. 70.
[2] Müslim, Zekât, 65.
[3] Tevbe, 9/46.
[4] Tevbe, 9/47.
[5] Tevbe, 9/118.