Gençliğin Ateizm Agnostizm Deizm Gibi Akımlara Kayması Ehlibeytin Mirasına Sansür Uygulamanın Sonuçlarından Biridir
Son zamanlarda dindar insanların ''Gençlik elden gidiyor.'' çığlıklarına sıkça rastlamaktayız. Çünkü gençlerle ortak iletişim zemini bulup onların dünyalarına inemiyoruz. Vaaz kürsülerinde anlatılanlar onların kafalarındaki sorulara cevap oluşturmuyor. Acaba gerçekten kaynaklarımız yetersiz mi? Ya da daha ileri giderek bazılarının iddia ettiği gibi İslam çağımıza cevap veremiyor mu? Geçmişteki birikim sırtımızda bir yük haline geldi ondan kurtulmamız gerekir mi dememiz lazım? Bu tür iddiaları farklı kesimlerden insanlar dillendirmektedirler. Eğer böylelerine; ''İslamî kaynak olarak neyi kast ediyorsunuz'' şeklinde karşı bir soru yöneltmezsek, aynı kısır döngü içerisinde döner dururuz. Hemen başta söylemeliyim ki tarih boyunca Müslümanların bıraktıkları mirası tüketmeden dışarıdan gelen çözümlerden medet ummak ümmetin enerjisini boşuna heba etmektir. Çünkü hazır olarak bulduğunuz bir şeyi terkedip, yeni çıkışlar aramak zaman ve imkân israfıdır.
Gündemdeki konuları dikkatli takip edersek şunu görürüz. İnanç ve muamelelerdeki birçok konu sadece belirli görüş sahiplerinin kaynakları esas alınarak incelenmektedir. En önemlisi de Kur’ân’la birlikte sarılmamız istenen Ehlibeytin görüşleri ne dile getiriliyor ne de bakma gereği duyuluyor. Dolayısıyla Ehlibeytin derin ve doyurucu birikiminden istifade edilmemiş oluyor. İslamı hedef alan kişiler işlerine gelen kısımları kurcalayıp istemedikleri kısımların üzerini örtmektedirler.
Peygamberin (saa) ahirete irtihalinden sonra Hz. Ali’nin (as) ve onun soyundan gelen imamların mücadelelerinin temelinde ümmetin inancını muhafaza etmek olmuştur. Onların iktidarı istemeleri riyaset sevgisi veya iktidar hırsından kaynaklanmıyordu. En önemli hedefleri İslam ümmetinin başta tevhid inancı olmak üzere imanını kurtarmak ve insanlar arasında adalet-i mahzayı tesis etmekti. Bu yüzden İmam Ali‘ye (as) yakın olan insanlar, yaşam tarzları ve dinî yorumlama biçimlerini kabul etmedikleri Emevi sultanlarının iktidarlarında bazı görevleri almaktan çekinmemişlerdir. Böylece bulundukları konumlarda daha fazla bozulmaya engel olup, halka daha fazla zulmedilmesine engel olmaya çalışmışlardır.
Kerbela’da yaşanan faciadan sonra da Ehlibeytin önceliği birilerinden intikam almak ya da güçlenip tekrar iktidarı ele geçirmek olmadı. Peygamberin (saa) vefatı üzerinden henüz 50 yıl geçmemişken nasıl olur da cennet gençlerinin efendisi sayılan torununun kafası Kufe sokaklarında teşhir ediliyor ve kızları da esir ediliyordu? Sorusuna cevap arıyorlardı. Ümmeti düştüğü kötü durumdan kurtarmak için kalıcı çözümler arıyorlardı. İslam’a yeni katılan yerlere İslam inancını doğru biçimde götürmek istiyorlardı. Bu yüzden İmam Zeynelabidîn, İmam Bakır, İmam Cafer es-Sadık insanları kıyama teşvik etmek yerine insanların eğitimi ve ilimle uğraşmışlardır. İmam Muhammed’e “ilmi yarıp derinliklerine ulaşan, geniş ilim sahibi” anlamında “Bakıru’l-ilm” lakabı verilmiştir. Ehlibeytin başına gelen onca zulme karşılık, cihad, şehadet, devlet yönetiminin kuralları gibi konularda kitap yazmaları beklenirken, İmam Cafer es-Sadık çok erken sayılacak bir dönemde öğrencisi Mufazzal’a imla ettirerek tevhid konusunda bir kitap yazdırmıştır. Daha sonra Ehlibeytin takipçileri olan ülema tarafından Tevhid ismiyle çok sayıda eserler yazıldı. Çünkü tevhid dinin temelidir. Bu konudaki en ufak bir sapma dinî alanda felaketlere yol açabilirdi. Maalesef bu eserlerdeki bilgilere ve muhataplarıyla mücadele yöntemlerine vakıf olmadık.
Kur’ân’ın: ''Evlere kapılarından girin'' emri, dini ilimlere Ali (as) kapısından gelmemizi gerektirmektedir. Çünkü Peygamberimiz (saa): “Ben ilmin şehri isem Ali onun kapısıdır.” Ancak İslam tarihinde Ehlibeyt sevgisi sadece gönüllerde kaldı. Ehlibeytin birikimine basit gerekçelerle ağır sansürler uygulandı. Onların derin ve ikna edici bilgilerinden mahrum bırakıldık. Hz. Ali’nin Nehcu’l-Belağa’daki hutbelerinin önemli bir kısmı tevhid konusuyla alakalıdır. Tevhid inancını o kadar ikna edici biçimde anlatıyor ki felsefecilerin ve başka akımların karşı koymaları mümkün değildir. Örneğin Tevhidi, temyiz etmek olarak açıklıyor. Halık ile mahluku ayırma esası üzerine oturtuyor. Çünkü ''Onların çoğu Allah’a ancak ortak koşarak inanırlar. ''[1] Ayetinde de bildirildiği üzere insanların çoğu bu ayrımı yapmadıkları için şirke düşmüşlerdir. Nitekim Hristiyanlar bu ayrımı yapamadıkları için teslis inancına saptılar. Daha sonra teslis inancındaki tenakuzları gideremedikleri için de insanların çoğunun dinden uzaklaşmasına sebep oldular.
Abbasiler döneminde, sonuçları halen devam eden iki önemli yanlış uygulama gerçekleşti. Bunlardan birisi, ameli mezhepleri dörtle sınırlandırarak bir nevi ulemanın ictihadını tıkadılar. Diğeri de Halku’l Kur’ân konusunda olduğu gibi doğrudan insanların itikadlarına müdahale ederek inançta dayatma yoluna gittiler. Adeta benim topraklarımda yaşamak istiyorsan benim gibi inanacaksın dediler. Bu dayatma, düşünme ve çözüm üretmede ulemanın araştırma alanını daralttı. Ulema geniş olan mirasın sadece bir kısmıyla yetinmek zorunda bırakılarak okyanuslara dalıp gezinmek varken küçücük havuzlarda çırpınmak zorunda kaldılar.
Gençlerin imanından endişe edenlerin öncelikle elimizdeki tevhid eserleriyle Nehcu’l-Belağa’daki üslubu veya Tevhidi Mufazzal’ın üslubunu karşılaştırmaları gerekir. Antropomorfik yöntemlerle tanıtılan bir ilahı gençlerimize anlatmakta zorlanıyoruz.
Ehlibeyt ile aramıza nasıl basit gerekçelerle perdeler gerildiğini anlamak için tefsir kaynaklarına bakmamız yeterlidir. Tefsir eserlerinde karşımızda iki Ali çıkmaktadır. Birisi Peygamberden sonra Kur’ân’ın en büyük müfessiri, her ayetin zahirini ve batınını bilen Ali. Diğeri ise tefsir eserlerinde isminden çok az bahsedilen bir sahabi. Neden böyle olduğunu bir örnekle göstermek istiyorum. Muhammed Hüseyin ez-Zehebi, et-Tefsir ve‘l-Müfessirun adlı eserinde Hz. Ali’nin (as) müfessirliğini incelediği bölümde önce onun üstünlüklerini çok güzel bir şekilde anlatıyor. Nitekim İbn Abbas‘tan (ra): ''Kur’ân tefsirinden ne aldıysam hepsi Ali b. Ebi Talip’tendir.'' şeklindeki rivayeti nakletmektedir. Ancak neden tefsir eserlerinde Hz. Ali’nin ismi geçmediğine dair gerçekle alakası olmayan bir gerekçe sunuyor.
Tefsir eserlerinde neden Hz. Ali’den gelen rivayetlere itibar edilmediğini şöyle açıklamıştır: ''Hz. Ali’ye nispet edilen uydurma rivayetler sahihlerinden daha çoktur. Bu Gulat-ı Şiadan kaynaklanıyor. Onun sevgisinde aşırıya gitmişlerdir. Onun uzak olduğu şeyleri uydurmuşlardır. Mezheplerinin değerini arttırmak, onu desteklemek ya da ilmî görüşlerini ona dayandırmakla görüşlerinin yükseleceğini ve ilmî değerinin artacağına dair bozuk inançları yüzünden uydurmuşlardır … Peygamberin ailesinden olması da onun hakkındaki uydurmaların kabul görmesine sebep oluyor…''[2]
Kısaca Hafız Zehebi’ye göre Hz. Ali’ye uygulanan sansür yerindedir. Çünkü onun adına uydurma ihtimali yüksektir. Ancak şunu sormamız gerekmez mi? Ebu Hureyre (ra) Hayber’in fethinden sonra müslüman olmuş ve toplamda yalnızca üç yıl kadar bir süre Resulullah (saa) ile birlikte yaşamıştır. İşini gücünü bırakıp karın tokluğuna yaşamayı tercih ederek sürekli Peygamberimizle (saa) birlikte zaman geçirdiği için, binlerce rivayeti makul görmekte bir sıkıntı görülmemiştir. Peki aynı gerekçe ile neden İmam Ali’nin rivayetleri kabul edilmedi? Hz. Ali neredeydi? Çöllerde mi dolaşıyordu? Yoksa zamanını dünya işleriyle uğraşarak mı geçiriyordu? Değilse neden onun rivayetlerinin çokluğu yadırgansın? Risalet öncesinden de peygamberle birlikteliğini de hesaba katarsak, neredeyse 30 yıl gece gündüz birlikte zaman geçirmesine rağmen hadis kitapları ve tefsir eserlerinde Hz. Ali’ye nispet edilen rivayetlerin azlığı, açıkça bir sansürün uygulandığını göstermeye yetmez mi? Madem ki ömrünün tamamını peygamberle birlikte geçirmiş, en azından rivayetlerinin Ebu Hureyre’nin on katı olması gerekmez miydi? Ancak en çok hadis rivayet eden ilk 7 sahabi arasında bile ismi geçmemektedir. Madem şii kaynaklardaki rivayetler uydurmadır. Öyleyse ilmin kapısı nerede? Acaba Peygamber (saa) -onu tenzih ederim- bize olmayan bir çıkış kapısı mı gösterdi? Peygamberimizin (saa) ''Ben ilmin şehri isem Ali o şehrin kapısıdır.'' sözüne göre şehre kapısından gelmeyen yolunu bulabilir mi? Acaba her taraftan gençliğin imanını hedef alan saldırılar karşısında Ehlibeytin tartışma ve delil getirme yöntemini bilmeden durulabilir mi? Ehlibeyt gemisine binmeden zamanın fitnelerinden korunmak mümkün olabilir mi? (Veysel Çelik - Hürseda Haber)
[1] Yusuf, 12/106.
[2] Muhammed Hüseyin ez-Zehebi, et-Tefsir ve'l-Müfessirun, Mektebetu Vehbe, Kahire, I, 67-68.