Kur’ân’a Göre Hürmetlerde de Kısas Uygulanır
Hz. Muhammed‘in (sav) risaletle görevlendirilmesinden önceki Araplar arasında haram aylarda savaşmak yasak sayılıyordu. Kur’ân’da da bu uygulama tasvip edilmiştir. Haram aylar şunlardır: Recep, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem. Cahiliye döneminde haksız saldırı ve yol kesme yaygın olduğu için haram aylar sayesinde insanlar hem emniyet içinde hac yapabiliyorlardı hem de bölgede ticaret canlanıyordu. Ancak o günkü insanlar, son derece faydalı olan bu uygulamanın gereğini yapmaya sabredemedikleri için ayların yerlerini değiştirerek haram ayların hükmünü başka aya erteliyorlardı (nesi). Tabii olarak hac ibadetinin yeri de değişmiş oluyordu. Böylelikle Allah’ın şer’i yasası çiğnenmiş ve aynı zamanda tekvinî yasaya da müdahale edilmiş oluyordu. Bu uygulama Tevbe sûresinde küfürde ileriye gitmek olarak değerlendirilmiştir. Çünkü yerin ve göklerin yaratıldığı ilk günden itibaren ayların sayısı (tekvinî yasaya göre) on ikidir. Bu aylardan dördü de (şer’i yasaya göre) haram aydır. Dolayısıyla aylarla oynamak Allah’ın tekvinî ve şer’i yasasına savaş açmaktır.
Kur’ân’ın ilk muhataplarından olan Mekke‘li müşrikler, haram ayların yerlerini değiştirmekle kalmamışlardır. Aynı zamanda gerek zamansal gerekse mekânsal hürmetleri keyfî uygulamışlardır. Mesela, haram aylar veya Kâbe hürmetine babalarının katilini affettikleri halde Hz. Muhammed (sav) ve arkadaşlarına her türlü eziyeti reva görmüşler, Mekke’de yaşam haklarını kısıtladıkları için de hicret etmeye mecbur etmişlerdir.
Mekke müşrikleri, haram aylar konusunda tutarsız davranmakla birlikte kendilerini yargılama makamında görerek Müslümanların dindarlıklarını sorgulamışlardır. Mesela kendilerinin, küfür ve Allah’ın dininden alıkoymak gibi büyük cürümlerini görmezlikten gelerek Abdullah b. Cahş komutasında gönderilen bir seriyye tarafından Recep ayı içerisinde Amr b. Hadramî’nin öldürülmesini dillerine dolayıp kıyameti koparmışlardır. Peygamberimiz (sav), Medine’ye hicretinden yaklaşık 17 ay geçtikten sonra Abdullah İbn Cahş komutasında bir seriyyeyi Mekke‘lilerin ticaret kervanlarını gözetlemek amacıyla göndermiştir. Ancak bu seriyye tarafından Amr b. Hadramî öldürülmüştür. Bu olay üzerinden müşrikler, Hz. Muhammed’in haram aylara hürmet etmeyi emretmekle birlikte kendisinin buna uymadığını ileri sürerek büyük bir fitne çıkarmışlardır. Kur’ân onları şöyle susturmuştur: “Sana haram ayı, onda savaşmayı soruyorlar. De ki: Onda savaşmak büyük günahtır. Allah’ın yolundan menetmek ve O’nu inkâr etmek, Mescid-i Harâm’dan (insanları) engellemek, halkını oradan çıkarıp sürmek ise Allah katında daha büyük günahtır. Fitne de öldürmekten daha ağırdır. Güçleri yeterse sizi dininizden çevirinceye kadar durmadan sizinle savaşırlar. İçinizden kim dininden döner de kâfir olarak ölürse, dünyada ve âhirette amelleri boşa gidenler işte bunlardır cehennemlik olanlar ve orada onlar devamlı kalıcıdırlar.”[1]
Bu ayete göre müşriklerin bazı detaylarla ilgilenmeleri onların ağır suçlarını örtmez. Öncelikle onlar, hedeflerini doğru belirleyememişlerdir. Araçtan önce amaç belirlenmelidir. Aksi takdirde araç ne kadar hızlı olursa olsun (mesela batıya gitmek istediği halde doğu yoluna giren birinin aracının hızlı gitmesi sadece onu hedefinden uzaklaştırır.) hedefe ulaştıramaz. Şirk içerisinde yüzdükleri ve insanları Allah’ın dininden alıkoydukları halde haram ayda gerçekleşen olayın hükmünü bu kadar kurcalamaları ciddi bir çelişkiydi. Haram aylarda savaşmak büyük günah olmakla birlikte; Allah’ı inkâr, Allah’ın evinden insanları menetmek, Kâbe’de Allah’ın resulüne eziyet etmek, Müslümanları dinlerinden döndürmek için işkence yapmak vb. Günahlar daha büyüktür.
Şöyle bir soru sorulabilir. Abdullah b. Cahş ve arkadaşları haram ayda savaşmışlardır. Haram aylarda savaşmak da günahtır. O halde şirk gibi başka bir günahın büyüklüğünün arkasına sığınılarak diğer bir günah caiz görülebilir mi? Buna şöyle cevap vermek mümkündür. İki fesattan hafif olanın tercih edilmesi ifsad olmaz. Aksine bir görev olur. Mesela domuz eti yemek haramdır. Ancak nefsin korunması maslahatıyla çeliştiğinde haramlık ortadan kalkar. Artık domuz eti yemek bir görev haline gelir. İki maslahattan doğru olanın tercih edilip diğerinin terk edilmesi fesad değil ıslahın ta kendisidir.
Maslahatlardaki sıralamaya hakkıyla riayet edemedikleri için Mekke’li müşrikler birçok konuda fesadın içine düşmüşlerdir. Mesela Mekke’ye hacca gelen yabancıların, -güya içinde günah işlediklerinden dolayı- üzerlerindeki elbiseleri kirlendiği için bu elbiseleri çıkarıp Kabeyi çıplak tavaf etmeleri gerekiyordu. Halbuki İslamda, bir kişinin sadece necis elbisesi varsa bu elbiseyle namaz kılar, çıplak namaz kılamaz. Maslahat bunu gerektirir. Çünkü necis elbise giyilerek namaz kılınırsa sadece namazın temizlik şartı terk edilmiş olur. Çıplaklar ise oturarak ve ayaklarını kıbleye doğru uzatarak kılmaları gerektiği için; kıyam, rükû ve secde gibi namazın birkaç farzını birden terk etmek zorunda kalacaklardır. Daha az mefsedet olan tercih edilir.
Kur’ân’ı kerimde haram aylar konusu üzerinden Mekke müşriklerine cevap verilirken bir taraftan da Müslümanların bazı çekinceleri giderilmiştir. Kıyamete kadar gelecek olan Müslümanlara da özellikle İslam düşmanlarına karşı bütün hukukî muamelelerinde misliyet esasına göre hareket etmeleri gerektiği mesajı verilmiştir. Bu ayetin muhatabı olan Müslümanların, haram ayların hürmetine karşılıklı riayet etmekten başka seçenekleri yoktu. Onlar için bu bir ölüm kalım meselesi idi. Bu aylarda savaşı başlatarak hürmetsizlik edemezlerdi. Ancak herhangi bir saldırıya uğradıklarında da kendilerini savunmak zorundaydılar. Aksi takdirde tek taraflı riayet etmeleri durumunda toptan yok olabilirlerdi.
Kur’ân’ı kerim, haram aylar örneği üzerinden kıyamete kadar uygulanabilecek evrensel bir ilke olarak, bütün hürmetlerde kısas ilkesini getirmiştir. " اَلشَّهْرُ الْحَرَامُ بِالشَّهْرِالْحَرَامِ وَالْحُرُمَاتُ قِصَاصٌؕ" Buna göre zamansal ve mekânsal hürmetler karşılıklıdır. Saldırılara misliyle mukabele edilir. Karşılık verilirken de takvalı davranılarak haddi aşmamaya özen gösterilir.
Bu ayetlerin indiği dönemde Müslümanlar haram aylara çok hürmet ediyorlardı. Düşmanları karşısında mağdur olmamaları için Allah (cc), misliyle mukabele esasına göre kendilerini savunma izni vermiştir. Bu konuda tercih yapmalarının imkânı yoktu. Haram aylarda savaşıp savaşmama İslam ümmeti için ölüm kalım meselesiydi. Yukarıdaki ayete göre Kureyşliler Müslümanların hayat hakkını tanımayınca Müslümanların da onlara hayat hakkı tanıması gerekmiyordu. Her insanın, kısıtlayıcı bir delil olmadığı sürece; ruh, nefis, sosyal, malî, siyasî vb. alanlarda haklarını kısas ilkesine göre alma hakkı vardır. Kısıtlayıcı durumlara şu örnekler verilebilir. Zina iftirası atılmasına aynıyla cevap verilemez. Cinsel tecavüze uğrayanlar misliyle mukabele edemezler. Çocuklar öldürüldü diye saldırganların çocukları öldürülemez. Müslüman alimler öldürüldü diye savaşla alakası olmayan rahipler öldürülemez. Dolayısıyla mütekabiliyet kabul eden bütün muamelelerde kısas yapılabilir. Mesela anlaşmalara riayet edilmediğinde Müslümanlar da riayet etmek zorunda kalmazlar.
Yukarıdaki ayette önce haram ayın haram aya karşılık olduğu belirtilmiştir. Sonra hürmetler karşılıklıdır denilerek; Kâbe, can, mal gibi bütün haramlarda da aynı kuralın geçerli olduğu bildirilmiştir. Buradaki emirle, “cana can…”[2] ayetinin üslubu benzerdir. Öyleyse ayeti şöyle anlamalıyız: Dokunulmazlıklar karşılıklıdır, savaşa savaş, cana can, mala mal, anlaşma bozulmasına karşılık anlaşmayı bozma vardır. Ayette geçen hurumat kelimesinin çoğul olması, bütün hürmetleri kısas kapsamına koymamıza imkân vermektedir.
Bu ayetten şöyle bir hüküm de çıkarılmıştır. Haremde; hırsızlık, adam öldürme gibi ceza gerektiren bir suç işleyen kişi, hürmeti çiğnediği için dokunulmazlığı ortadan kalkar ve cezalandırılmayı hakkeder. Ancak harem dışında suç işleyip oraya sığınan kişi dokunulmazdır.[3]
Bu ayet günümüzde de hem Müslümanlara hem de Müslümanları sanık sandalyesine oturtup bütün suçları onlara yükleyenlere şunu söylemektedir. Kanunlar sadece Müslümanlar için değil, herkes içindir. Diğer ülkeler uymadığı zaman Müslümanların da anlaşmalara uyma mecburiyeti yoktur. Kanunları ve bazı anlaşmaları bahane ederek Müslümanları günah keçisi haline getirenlerin önce kendilerine bakmaları lazım. İslam, hürmetleri çiğnemeye izin vermez. Ancak çiğnendiği takdirde de sessiz kalınmasını caiz görmeyip misliyle karşılık verilmesine müsaade eder. Başlangıçta hürmetleri çiğnemeyenlerin eziklik hissetmesine gerek yoktur. Dinleri, evlatları, malları, toprakları… kısacası her şeyleri ellerinden haksızca alınmış Müslümanların, müstekbirlere karşılık verirken meşruiyet sorunları olamaz. Yukarıda zikrettiğimiz Bakara suresi 194. ayeti onlar için yeterlidir. (Veysel Çelik - Hürseda Haber)
[1] Bakara, 2/217.
[2] Maide, 5/45.
[3] Daha fazla açıklama için Cevad Amulî, Tesnîm fî Tefsîri’l-Kur’ân, VIIII, 748-763.