Direniş Ekseninden Ayrı Tutularak Gazze’ye Sahip Çıkılamaz

"Bizler mücadele veren kardeşlerimize, İslam ümmeti adına oldukça önemli görevler icra ettikleri için sadece minnettarız. Öyleyse çekinmeden Yaşasın Filistin! Dediğimiz gibi, Yaşasın İran! Yaşasın Hizbullah! Yaşasın Husiler! Diyebilmeliyiz. Rabbimden niyazım o ki: Onlarla aynı gemide, aynı yolun yolcusu olmayı bize de nasip etsin."
Aksa Tufanı üzerinden dört aydan fazla zaman geçti. Görünen o ki bu savaş genişleyerek devam edecektir. Genel anlamda Filistinlilerin yalnız bırakıldığını söylemekle birlikte, ilk günden itibaren maddi imkânlarıyla, kalemleriyle ve dualarıyla Filistinlilerin yanında olan kardeşlerimiz hep var olmuştur. Ayrıca Filistinlilerin haklı mücadelelerine farklı inanç gruplarından da ciddi destekler gelmiştir.
Savaş, fiilî olarak birçok koldan devam etmektedir. İsrail tarafında, ABD ve müttefikleri varken, Filistin tarafında da fiilî olarak başta İran olmak üzere, Yemen, Suriye, Irak’taki direniş grupları ve Lübnan’daki Hizbullah yer almaktadır. Bizim açımızdan bu cephenin ilham kaynağının aynı olduğu noktasında artık bir şüphe kalmamıştır. Dolayısıyla ABD ve müttefiklerine karşı verilen savaş, sadece Filistin’le sınırlı değildir. Özellikle Yemen, Irak ve Lübnan’da (Lübnan’ın daha kapsamlı bir şekilde savaşa girmesi çok yakın görünüyor.) çok ciddi bedeller ödenmiş ve Filistin’deki mücahitlere önemli destek sağlanmıştır. Direniş cephesinin yekvücut hareket ettiği, İran’ın da bu vücuda kan pompalayan kalp gibi olduğu her insaf sahibinin malumudur. Zaten ABD cephesinden de (bundan sonra halen bunu bir tiyatro, karşılıklı dövüş vb. olarak değerlendirenlere cevap yetiştirmeyi, sadece zaman israfı olarak görüyorum) böyle görülmektedir.
Müslümanlar arasında, Filistin halkının kahramanca mücadelelerine sahip çıkılması gerektiği noktasında bir mutabakat sağlanmakla birlikte, mücadelenin sahiplenme üslubunda farklı yöntemler izlenmektedir. Bir kısmına göre direniş bir bütündür. Birbirinden ayırt edilemez. Maalesef azımsanmayacak derecede kalabalık gruplar ise Filistin’i direnişin diğer bileşenlerinden ayrı tutarak sahiplenmeye çalışmaktadırlar. Bunlar da iki farklı yol izlemektedirler. Bazıları mezhepsel saiklerle, İran ve diğer Şii Müslümanları açıkça ayırırken bazıları da attıkları manşetlerle, sözlerinin vurgularıyla, cümlelerinin takdim ve tehirleriyle direnişin diğer ögelerini ayrı tuttuklarını üstü kapalı ima etmektedirler.
Direniş ekseninin bir bütün olarak benimsenmemesi, yani Filistin’in ayrı tutulma çabası üzerine söylenecek çok şey olabilir. Çünkü sorunun mezhepsel, tarihî, siyasî birçok nedenleri vardır. Ancak bizim üzerinde duracağımız nokta, böyle bir savunmanın Filistinlileri sahiplenme biçimi olamayacağıdır. Eğer İran, cephenin kalbi veya beyni şeklinde konumlandırılmışsa o zaman Filistin, Yemen, Suriye vb. İslam ülkelerinde yapılan her saldırıyı kalbi işlevsiz hâle getirme, bedenin tamamını yok etme çabası olarak değerlendirmek gerekir. Zira lazım melzûm ilişkisi bunu gerektirir. İslam hukukunda doğrudan lafızlardan elde edilen hükümlerin yanında iltizamî olarak elde edilen yani açıkça emredilmediği halde varlığı kesin kabul edilen hükümler vardır. İltizamî hükümleri basitçe şöyle açıklayabiliriz. Örneğin masa kelimesi, bir bütün olarak ayaklar üzerine oturtulan tablayı anlatırken, iltizamî olarak da onu yapan bir ustanın olduğunu ifade eder. Fıkıh usulündeki “Vacibi tamamlayan şeyler/mukaddimeler de vaciptir” kuralı gereği, hakkında nas bulunmayan birçok fiil farz kabul edilir. Örneğin abdestin, namazın şartı olduğu nasla bildirilmiştir. Ancak suyu arayıp abdest almak konusunda, nas olmadığı halde iltizamî olarak farz kabul edilir. Dolayısıyla Filistin’e sahip çıkmayı farz gören her Müslümanın, onun mücadelesini tamamlayan yardım ve destek çabalarına da sahip çıkması iltizamî bir farzdır.
Filistin’e sahip çıkarken dostlar alışverişte görsünler diye bir şeyler yazmak, konuşmalarımız arasına Filistin kelimesini sıkıştırmakla gerçekten konu hakkında konuşmuş olmayız. “Ben de bir şey söyledim” diyebilmemiz için konuştuklarımızın karşıdaki insanların susmalarını gerektirmesi gerekir. Biz konuştuktan sonra muhatabımız halen “eee sonra?” diyorsa demek ki biz konuşmamışız. Mesela ağzımızdan “Ali gelirse” şeklinde çıkan lafızlar söz değildir. Çünkü öznenin yüklemi yoktur. Yani özne bir yükleme isnat edilmemiştir. Dolayısıyla susmayı gerektirecek bir anlam aktarılmadığı için hâliyle muhatap şöyle bir karşılık verir: “Ali gelirse ne olacak?” Sanki muhatabın kafasında, anlamın tamamlanması için doldurulması gereken bazı boşluklar kalmıştır. Bu yüzden bazı insanların Filistin hakkında yazdıklarına ve konuyu sunuş biçimlerine bakınca; kusura bakmayın anlayamadım! Ne demek istediniz! Filistin’de olanları anladık da Irak’ta olanlar ne? Suriye’de olanlar ne? Şeklinde sorma gereği duyuyoruz. Aklımızda öyle aralıklar ve uzun mesafeler bırakıyorlar ki bir türlü yüklemi yerleştiremiyoruz. Cümlenin sonuna nokta koyamıyoruz. Ama şöyleydi, ama böyleydi derken bir türlü özne ile yüklemi birbirine isnat edemiyoruz. Dolayısıyla konuşmaları bittikten sonra kafamızda tam bir mana oturmuyor. Çok lafız sarfetmekle, çarşaf çarşaf manşet atmakla çok konuşmuş olmuyoruz. Sadece lafızlarımızla aktardığımız anlam miktarınca konuşmuş sayılırız.
Konuşma hakkında söz açılmışken sözün değerine değinmeden geçmek istemiyorum. Ben konuşuyorum, sen konuşuyorsun, o konuşuyor, şairler konuşuyor, İmruülkays konuşuyor vs. Acaba kim konuşmanın hakkını vermiş oluyor? Hangimiz yerinde konuşmuş oluyor? Kimin sözü daha üstündür? Kısaca sözün kalitesini neye göre belirleyeceğiz? Konuşanların seviyelerini belirleyen unsur nedir? Acaba sloganımız, Filistin’i gündemden düşürmemek mi olmalı? Yoksa Filistin hakkında yerine ve zamanına uygun şekilde konuşmak mı olmalı? Aksi takdirde, sadece konuşmuş olmak için yazmakla, meselenin ciddiyetini yok etmiş, konuyu sulandırmış olmaz mıyız?
Konuşma üslubu hakkında Kur’ân’ı Kerim bizim en doğru rehberimizdir. Kur’ân’da şahıslar arasında geçen karşılıklı konuşmalara dair oldukça fazla örnek vardır. Mesela Habib en-Neccâr olarak bildiğimiz, hayatında ve ölümünden sonra kavmini imana davet etmekle tanınmış ve Yasin suresinin ikinci sayfasına konu olmuş şahsın, kavmiyle mücadelesini örnek vermek istiyorum. İlk dönem tefsir eserlerine göre Antakya bölgesine iki elçi gönderilmiş, bunlara ek olarak üçüncü elçi de gönderilmiştir. Ancak bu kavmin kalpleri o kadar kararmıştı ki elçileri yalanlamışlar ve onları öldürmek istemişlerdir. Habib en-Neccâr ise ayakkabıcılık, dülgerlik benzeri bir mesleğe sahip, kendi işinde çalışan, sade hayat yaşayan birisiydi. Günlük kazancının yarısını ailesine ayırıp diğerini de fakirlere dağıtıyordu. Cüzzam hastası olduğu için de şehirden uzak bir yerde yaşıyordu. Ancak belde halkının elçileri öldürmek için toplandıklarını duyar duymaz, derhal olay mahalline hareket etmiştir. Adeta bile bile kendini ateşe atmıştır. Zaten konuşmasını bitirir bitirmez (Kur’ân nasıl öldürüldüğünden bahsetmiyor. Çünkü ortamın atmosferinden başına neler geleceği bellidir.) linç edilerek, taşlanarak veya testere ile kesilerek katledilmiştir. Öyleyse onu değerli kılan neydi? Onun sözlerinde ne vardı ki Kur’ân’ın bir sayfasına konu olmuştur? Çünkü konuşmaları sade ve anlaşılır sözlerden oluşuyordu. Nitekim şöyle demişti: “Ey kavmim! Gönderilen bu elçilere uyun. Sizden ücret istemeyenlere uyunuz. Bunlar doğru yol üzerinde bulunanlardır…”[1] Biz de çıkıp yapmayın! Etmeyin! Filistinlilere zulmetmeyin! Yani aynı anlamda sözler söylersek onun kadar değerli olur mu? Neticede iki olay arasında benzerlikler vardır. O gün elçileri haksız yere öldüreceklerdi. Bugün de binlerce masum insanı haksızca katlediyorlar. Aynı kıymeti kazanmıyorsa neden?
Hakkında gelen rivayetlere bakılırsa Habib en-Neccâr’ın Kur’ân’a konu olması, şahsındaki ayrıcalıklardan kaynaklanmıyordu. Yukarıda belirttiğimiz gibi oldukça zayıf ve hasta biriydi. Tek farkı elçilere sadakatle iman etmesi, ihlaslı ve son derece fedakâr olmasıydı.
Onun değeri, sadece sözlerinin kendisinden de kaynaklanmıyordu. Çünkü ondan nakledilen sözleri sarf edebilmek, özel bir ayrıcalığı gerektirmiyordu. Öyleyse ne oldu da Kur’ân’da okunmayı hakkedecek seviyeye çıktı. Bunu anlamak için şöyle bir soru sormak yerinde olacaktır. Habib en-Neccâr aynı sözleri aynı şahıslara olaydan bir ay önce söyleseydi bu kadar etkili olur muydu? Ya da elçiler şehit edildikten sonra söyleseydi bu kadar değer kazanır mıydı? Elbette kazanmayacaktı. Fırsatları iyi değerlendirmeye, sözleri yerinde ve zamanında sarfetmeye oldukça dikkat edilmelidir. Bazen yerinde söylenmiş bir söz binlerce insanın hayatını kaybetmesine sebep olurken bazen de bir söz binlerce insanın hayatının kurtulmasına sebep olabilir. Bütün amellerde durum aynıdır. Bazen yerinde ve zamanında harcanan bir lira, milyonlarca liradan daha değerli olup, daha fazla hayırlara sebep olabilir.
Bir sözü değerli kılan, söylendiği makama, konuşma atmosferine uygunluğudur. Yani kime, nerede, ne zaman, niçin söylendiğine bağlıdır. Sadece dil açısından doğru veya yanlış olmasına, kelimelerin özenle seçilmesine, söz diziminin kulağa hoş gelmesine bağlı değildir. Çünkü bağlamdan bağımsız olarak ne lafzın ne de mananın tek başına birbirinden üstünlüğü yoktur. Bu yüzden belagatın konusu; var-yok ya da doğru-yanlış meselesi değil, kelamın güzelliğidir. Sınırsız sayıda söz söyleme şekli olduğu için güzel sözün sonsuz dereceleri vardır. Güzelliğin mihenk taşı da sözün söylendiği makamdır. Zerkeşî’nin de dikkat çektiği gibi medih makamında gelen bütün sıfatlar, velev ki zem için konulsalar bile medih içindir. Yerme makamında gelen bütün sıfatlar velev ki övme için vaz’ edilmiş olsalar bile yine de zem içindirler.[2]
Sonuç olarak çok yazıp çok konuşmakla Filistin davasını hakkıyla savunmuş olmuyoruz. Söylenenlerin değerini, makamla uyumlu olup olmaması belirler. Mevcut durumda iki gerçeği göz ardı ederek söylenen her söz makama uygun olamaz. Birincisi, bir tek devletin, grubun veya örgütün savaşından bahsetmek mümkün değildir. İkincisi, birleştirme, bir arada tutma her zaman önemli olsa da bugünlerde hayatî önem kazanmıştır. Artık durum varlık yokluk meselesine dönüşmüştür.
Ayrıca mevcut duruma muvafık olmayan yazı ve konuşmaların Filistin davasına destek sağladığını söyleyemeyiz. Tersine zarar verdiğini söyleyebiliriz. Bu mücadele, geniş kapsamlı iki cephe arasında devam etmektedir. Bir tarafta birbirine kenetlenmiş direniş ekseni, diğer tarafta ise İsrail, ABD ve müttefikleri vardır. Dolayısıyla iki tarafa indirgemek öncelikle vakıaya muvafık değil, muktezâ-yı hâle uygun değildir. Çünkü savaş bütün cephelerde devam etmektedir. Sonra zaman da bu tür söylemlere imkân vermemektedir. Bizler mücadele veren kardeşlerimize, İslam ümmeti adına oldukça önemli görevler icra ettikleri için sadece minnettarız. Öyleyse çekinmeden Yaşasın Filistin! Dediğimiz gibi, Yaşasın İran! Yaşasın Hizbullah! Yaşasın Husiler! Diyebilmeliyiz. Rabbimden niyazım o ki: Onlarla aynı gemide, aynı yolun yolcusu olmayı bize de nasip etsin.
[1] Yasin, 36/20-21.
[2] Zerkeşî, Bahrü’l-Muhît fî Usûli’l-Fıkh, Kuveyt, 1992, VI, 52.