Duada Üslup
Dua; dua eden, dua edilen ve duanın kendisi olmak üzere üç aşamalı bir ameldir. Bunlar yerli yerine oturtulduğunda, dua sadece bir şikâyet ve istek ameliyesi olmaktan çıkıp insanı; inanç, nefis, ahlak, ibadet, kısacası her yönden inşa eder. Dua eden kişi yalvardığı makam karşısındaki konumunu, ellerini açtığı zatın gücünü bilerek sözle veya lisanıhalle yalvardığında dua, bir bahane aracı olmaktan çıkar ve insanın davası haline gelir. Böylece tebliğ ve cihat aracına dönüşür.
Dua oldukça önemli bir ameldir. Son zamanlardaki kullanım biçimine bakıldığında ise sorumluluktan kaçmak isteyenlerin sığınağı ve savunma aracı gibi algılanmaktadır. Çünkü çareleri tüketmeden bahane üretenlerin; “Ne yapalım elden bir şey gelmiyor. Bol bol dua edelim…” şeklindeki ifadeleri, hem duayı önemsizleştirmekte hem de kendilerini avutma aracına dönüşmektedir.
Halbuki dua kulluğun özü ve en önemli göstergesidir. Ehlibeyt için dua aynı zamanda dava demektir. Özellikle İmam Zeynelâbidîn, Kerbela faciasından sonra Ehlibeytin davasını dua kalıplarına sokarak kıyamete kadar taşımıştır. Son derece önemli olan bu amelin kabulü için birçok şartın olduğu bilinmektedir. "Kullarım sana beni sorduklarında bilsinler ki şüphesiz ben çok yakınım, bana dua ettiğinde dua edenin duasına karşılık veririm. Şu hâlde benim davetime icabet ederek dua etsinler. Bana iman (duaların kabul edeceğime inanarak) etsinler ki doğru yolu bulabilsinler."[1]
Bu ayetin ifade biçimi oldukça ilginçtir. "Dua ettiğinde icabet ederim" demek yerine “Dua ettiğinde dua edenin duasına icabet ederim" şeklinde kayıtlı olarak söz uzatılmıştır. Bunu daha iyi anlamak için Felâk suresinde geçen benzer ifadeye bakmak yerinde olacaktır. “Hasetçinin şerrinden sığınmak” yerine “haset ettiği zaman hasetçinin şerrinden sığınırım” denilmiştir. Sözün böyle uzatılma sebebi, kişinin hasedin gereğini yaptığı zamanki şerrine dikkat çekmek içindir. Yoksa kalbinde haset olup gereğini yapmayanların şerrinden sakınmak şeklinde de anlaşılabilirdi. Dua konusunda da duanın hakkını vermek gerektiğine dikkat çekmek için söz kayıtlı gelmiştir. Böylelikle hakkı verilerek yapılan duanın makbul olacağına vurgu yapılmıştır. Duanın hakkını vermeye şunlar örnek verilebilir. Hamd ve salavatla başlamak, duanın kabulüne engel olan amellerden uzak durmak vs. Hz. Ali (ra) "duaların kabulüne engel olan günahlarımı bağışla" derken bu noktaya dikkatimizi çekmiştir.
Neml suresinde “Darda kalan/muztarr kendisine yalvardığı zaman imdadına yetişen mi? (ilahlığa daha layıktır)...”[2] şeklinde, özellikle darda kalanın duasının nazara verilmesi, darda kalanlar duanın hakkını verdikleri içindir. Belki de bu anlamdan dolayı mazlumun bedduasından sakınmamız istenmiştir.
Dua, hayatımızda oldukça önemli yer tutmaktadır. İslam toplumlarında duanın yapılış biçimi, duanın hayatımızdaki yeri, duaların şartlarına uygun olup olmadığı konuları geniş açılardan incelenebilir. Gazze’de çocuklar açlıktan ölürken kılını kıpırdatmadan tek cümleyle “yardımlar ulaşmıyor” diyerek sorumluluktan kaçıp yapmacık dua merasimleri düzenleyerek vicdanını rahatlatmaya çalışanlar üzerine çok şey söylenebilir. Tarih sayfalarında hakkettikleri cezayı elbette alacaklardır. Ancak bugünkü yazımda bir söz olarak duanın nasıl olması gerektiği üzerinde durmak istiyorum. Konuşma üslubu açısından duanın hakkını vererek derdimizi anlatabiliyor muyuz? Rabbimizin rahmet kapısını usulüne göre çalabiliyor muyuz? Daha açık söylemek gerekirse bizim üslubumuzla birisi kapımıza geldiğinde onun hacetini giderir miyiz? Çünkü amellerin kabulünde vicdan önemli bir terazidir. İki arkadaşın diyaloğu açısından bile kaba ve yüzeysel sayılabilecek bir üslupla dualar müstecab dualardan olabilir mi?
Kur’ân’ı Kerimde, Hz. Yunus’un (as) duası, Hz. İbrahim’in (as) duaları gibi denenmiş ve kabul olduğu kesinleşmiş, kapıcılara aşina gelen, dinlenip cevap verilen çok sayıda dua vardır. Beni Ümeyye ve onların takipçilerinin İslama ve Müslümanlara verdiği en büyük zararlardan birisi, hiç şüphesiz ümmetin ekserisini Ehlibeytin dualarından mahrum etmeleridir. Kümeyl duası, Sahife-i Seccâdiye’deki duaların üslubundan uzak bırakmalarıdır.
Hz. Ali (ra) duanın üslubuyla alakalı oldukça önemli bir noktaya dikkat çekmektedir: “Dua müminin kalkanıdır. Kapının çokça çalınması (قَرْعُ الْبَاب) halinde açılması yakındır.” Bu sözdeki anahtar deyim “kar’ul bâb / قَرْعُ الْبَاب” ifadesidir. Kelimenin etimolojisine bakınca rahmet kapısının nasıl çalınacağına dair önemli ipuçları vermektedir. Arapça kapıyı tıklatarak çalmaya “Tarku’l-bâb/ طَرْقُ الْبَاب” denilir. Tarık yıldızına bu ismin verilmesi yalnız geceleri çıkmasından dolayıdır. Misafirlerin gece kapıyı çalmasından hareketle bu yıldıza Tarık yıldızı denilmiştir. Ama “kar’ul-bâb” farklıdır. Kapıyı ısrarla, zorlayarak adeta yerinden sökercesine çalmaktır.[3] Arkasında düşman olup da sığınacak emniyetli bir yer arayan kişi gibi kapıyı sarsacak şekilde çalmaktır.
Dua eden, kendisine yalvarılan ve isteklerin dile getirilmesine örnek olması için Kümeyl duasından birkaç bölümü burada aktarmakta fayda vardır.
Dua edenin perişan halini arz etmesi
Allah'ım! İhtiyaç ve yoksulluğu şiddetlenerek zorluk anında ihtiyacını kapına getiren ve katında bulunanlara büyük rağbeti olan kimsenin yalvarışı gibi sana yalvarıyorum.
Allah'ım! Belam büyük, halimin kötülüğü haddi aşmış. Amellerim beni aciz bırakmış, zincirlerim (heva zincirleri) beni çökertmiş, uzun arzularım beni menfaatimden alıkoyarak hapsetmiş, dünya beni boş şeylerle aldatmış, sürekli kötülüklere çeken nefsim, cinayeti ve müsamahakârlığımla beni aldatmış.
Dua edilen makamı yüceltmesi
Allah'ım! Saltanatın büyük, mekânın yüce, tedbirin gizli, emrin açıktır. Kahrın galip ve kudretin her yerde yürürlüktedir. Senin hükümetinden kaçmak imkânsızdır. Allah'ım! Senden başka günahlarımı affedecek, kabahatlerimi örtecek, kötü amelimi iyiye çevirecek birini bulamam. Ey ariflerin en yüce arzusu! Ey dileyenlerin imdadına yetişen! Ey sadık kalplerin dostu! Ve ey âlemlerin ilahı! (Neredesin)?
Derdini dile getirmesi
Ey Efendim! İzzetinin hakkına senden istiyorum ki; amelimin kötülüğü, duamın kabulünü önlemesin, bildiğin gizli sırlarımı açarak beni rezil etme, gizlice işlediğim kötü amel ve davranışım, sürekli ihmalkârlığım ve cahilliğim, nefsanî istek ve gafletimin çokluğu yüzünden beni cezalandırmada acele etme.
Ya Rabbi ya Rabbi ya Rabbi!
Ey Mabudum, ey efendim, ey Mevlam ve ey benim Sahibim!
Ey varlığımı elinde tutan!
Ey zorluk ve çaresizliğimi bilen!
Ey fakirlik ve yoksulluğumdan haberdar olan!
Ya Rabbi ya Rabbi ya Rabbi!
Hakkın, kutsiyetin, en yüce sıfatın ve ismin hürmetine senden dileğim şudur: Bütün vakitlerimi zikrinle canlandır. Beni kendi hizmetinde tut ve amellerimi kendi indinde kabul buyur. Öyle ki, bütün amel ve zikirlerim tek zikir haline dönüşsün. Böylece bütün hallerim senin hizmetinde geçsin. (Veysel Çelik - Hürseda Haber)
[1] Bakara, 2/186.
[2] Neml, 27/62.
[3] Kamusu’l-Muhît (قرع md.)