Bayrağın Şimdi Daha Yüksekte, Ey Aziz Şehid
Habil ve Kabil ile başlayıp günümüze kadar süregelen hakk-batıl, zalim-mazlum ve mustazaf-müstekbir savaşında dönüm noktalarından biriydi Serdar Kasım Süleymanî’nin şehadeti...
Öylesine bir şehadet ki, bir okyanus mürekkep, bütün ormanlar ağaç olsa, ne onun acısını yazabilir, ne onun şahsiyetini öğretebilir ne de dünyanın gerçeklerini bu denli gözler önüne serebilirdi...
Bu nasıl bir şahsiyetti ki, hayatı dirilik, akibet ve şehadeti dirilik oldu.
Bu nasıl bir şahsiyetti ki, İbrahim’in Baltası vardı elinde, zamanın en büyük petpereslerinin boynunu kırdı; Musa’nın asası vardı elinde, müstekbir ve tağutların tuzaklarını dağıttı! İsa’nın nefesi vardı sinesinde, cansız bedenlerin, ölmüş ruhların can veren eli oldu...
Bitkinlere umut, dayanıksızlara güven, sığınaksızlara liman ve çaresizlere derman olan Kasım Süleymanî, o yüce ve azamet dolu şahsiyetiyle; cephelerde bir komutan, siperlerde bir kahraman, secdelerde bir abid, gönüllerde bir arif, yüreklerde bir huzur, gözlerde bir ışık, gelecekte bir müjde ve zaferlerde bir pusula oldu...
...
Yazılı çok şey vardı kitaplarda! Minberlere çıkan nice hoca, ders veren nice vaiz, hutbe okuyan nice hatip vardı müslümanlar arasında!
Ama şehid Süleymanî, kitap ile sayfanın, minber ile kürsünün, vaiz ile hutbenin anlattığı her şeyi imanında, yüreğinde ve amelinde toplayan engin bir mektepti...
O dersini İmamından alıp meydanlara taşıdı, siperlere taşıdı, topraklara, çamurlara ve çakıllara taşıdı.
O dersini, adsız kahramanların, muhlis savaşçıların, serden geçen arslanların arasına taşıdı!
O dersini müstekbirlerin yuvasına, tağutların ağına ve hainlerin sarayına taşıdı!
O dersini, şirk ve küfrün burçlarına, istikbar ve tuğyanın karargahlarına, zulüm ve ihanetin ocaklarına taşıdı.
O dersini, mazlumların sinesine, müminlerin kalbine, mahrumların yüreğine, salihlerin ameline taşıdı!
Çünkü o Muhammedî İslam’ın Hüseynî komutanı Süleymanî idi...
...
Analar nasıl doğurduysa bir İbrahim, bir Musa!
Nasıl Fatıma’nın vardıysa bir Ali’si ve Hüseyn’i!
Ve nasıl lütfettiyse Allah bir Humeyni ve Hamanei!
Lütfetfi Rahman, izzet, azamet ve iftihar dolu bir komutan, Kasım Süleymanî...
...
Meydanlar içinde çok farklıydı Uhud meydanı...
Tepelerinden boşalınca İslam askeri, tertemiz sinelere saplandı hep müşriklerin ok ve mızrakları...
İşte o meydanın vardı bir şehidi, Resulüllah’ın diliyle, SEYYİDÜŞŞÜHEDA, şehidlerin efendisi...
O Hamza’ydı, Nebi’nin amcası, İslam’ın kahramanı ve Ümmetin güveni...
Kanlı beden parça parca ve yoktu evinde bir ağlayanı ve gözyaşı dökeni...
...
Ve meydanlar dönüştü Neynevâ’ya! Gam, keder, hüzün, ihanet ve sadakatin yurdu, Kerb-u Belâ’ya...
Destanlar yazıldı kıpkızıl kan ile, kopmuş kollar, mızrakların ucunda başlar ile...
Susuz dudaklar, boğazından oklanmış Asgar ile.
Zinicire vurulmuş Zeyneb, ağlayıp koşan Rukeyye ile...
Ve Kerbela’nın başsız şehidi Hüseyn, SEYYİDÜŞŞÜHEDA,
Ve kolsuz kalmış, kan dolmuş gözleri, sadık alemdarı Abbas ile...
...
Asırlardı geçen, isimlerdi değişen, ama hiç değişmedi savaşımız, hiç değişmedi ahd-u peymanımız!
Hiç değişmedi hizbimiz ve bayrağımız. Hiç değişmedi ordumuz ve imamımız!
Şimdi sunduk Rabbimize yeniden Zibh-i Azim’i! O büyük kurbanı, İbrahimce İsmail’i, Uhud’daki Hamza’yı, Neynevâ çölündeki Hüseyn’i ve alemdarı Abbas’ı...
Çünkü onunla idrak ettik tüm benliğimizde Uhud’ları, Bedir’leri, Hayber’leri.
Ve onunla hissettik, onunla yaşadık Kerb-u Belâ’yı...
...
Ey şehid!
Furkan oldun sen; hak ile batıla! Furkan oldun sen; hakikat ile yalana! Furkan oldun sen; ihanet ile sıdka! Furkan oldun sen; aldatan ile aldanmayana! Furkan oldun sen; kaçan ile kahramana! Furkan oldun sen; kandıran ile kanmayana!
İndirdin sen yüzlere asılan maskeleri! Yıkadın sen yüzlerdeki makyajları, boyaları!
...
Seni kim vurdu ey Şehid!
Ebu Leheb’lerin Uhud’da attığı mızraklar mı? Amerika’nın Bağdat’ta attığı bombalar mı?
Kim vurdu seni ey şehid!
Şimr’in Kerbela’daki hançeri mi, Hermele’nin yayındaki ok mu, Yoksa Hüseyn’in katline alkış tutan kadılar mı, mollalar mı?
Kim vurdu seni ey şehid!
...
Kerbela olur da olmaz mı hiç Kufe!
Ey dönekler, çıktınız yine; gösterdiniz kin dolu yüzünüzü, gösterdiniz zehir dolu dilinizi, gösterdiniz ihanet ve hançerinizi!
Cesaret libasına bürünmüş korkaklarsınız, çünkü önden değil arkadan saldırdınız; gün saydınız, fırsat kolladınız! Sanki Amerika ile birlikte aynı siperde iştahla pusuya yattınız!
Nedir sizin adınız, nedir sanınız ve sıfatınız?
Müslümanlar arasında adınız belli de, nedir düşmanın karargahındaki rütbeniz, ünvanınız? Sarıklarınızı sardınız düşman namlusuna, misvakla yıkadınız kurşunları! Düşman vursun diye Kasım’ı, dualar için secdelere kapandınız!
Nerede doğdunuz siz, nereden geldiniz!
Nedir bu hased, nedir bu kin, nedir bu husumetiniz?
Tanıdık sizi bir daha, Sıffin ve kanlı gömlekler ile! Tanıdık sizi bir daha, Şimr ve Kerbela’lar ile! Tanıdık sizi bir daha İbn-i Mülcem ve Nehrevan’lar ile!
Aslında hiç de yabancı değildiniz..!
...
Kerbela olsa da her bir yanımız, doldurur şimdi meydanları yeni Hamza’larımız, Ali’ler ve Ammar’larımız! Vurulsa da bir yiğidimiz, milyon milyon doğar Kasım Süleymanî’lerimiz!
Direniş cephesinde SEYYİDÜŞŞÜHEDA, canımız, azizimiz...
Uzanıyor eller ülke ülke, belde belde, cadde cadde, köşe bucak, şanlı şanlı yükseliyor o kutlu bayrak!
Bekle Amerika, bekle İsrail, yakındır Fethu’l Mübin’imiz!
Kabul et Allah’ım bu kurbanımızı, feda olsun bu yolda bizim de bedenimiz!
Tutsam da sinemi azı döküldü, kalsın ahirete âh-u zâr ve sitemimiz...
Hakem olacak o gün, Rabbimiz, Melikimiz...
(Ali Ammar Canöz - HÜRSEDA)