Velayet Hattı ve İmam-Ümmet İlişkisi
Bugün “velâyet hattı”ndaki müslümanlar arasında birtakım krizlerin yaşandığına tanık olmak, doğal olarak bizleri üzdüğü gibi, ciddi ciddi düşündürmekte ve sorgulamalara götürmektedir.
Bizler düşünce ve inançlarımızı oluştururken ne toplumsal kabulleri, ne geleneksel mirası, ne de bizler için saygın olan belli şahsiyetleri baz alarak hareket etme durumunda değiliz. Yani inançlarımız “taklidî” değildir, kendi tercihlerimiz, muhasebe ve mütalaalarımız neticesinde vardığımız sonuçlar ve kabullerdir.
Mesela, İmam Humeyni (r.a) böyle düşündüğü ve böyle inandığı için biz de öyle inanmıyoruz; ama İmam Humeyni’nin düşünce ve inançlarının muhasebe ve mütalaasını yaptıktan sonra, tercih edip kabul edebiliyoruz.
Bilinen bir kural vardır; “usulu’d-din’de taklit yoktur” diye. Yani, fıkıhta tercih ettiğimiz müçtehitlerin taklitçisi olurken, inançlar noktasında hiç kimsenin kimsenin mukallidi değiliz. Bununla da inanç ve düşüncelerimizi özgür irademiz, aklımız ve muhakememiz ile benimsediğimizi belirtmiş oluyoruz.
Bu bizi ‘özgür düşünce’ noktasında ‘cesur’ olmaya götürür. Elbette bu cesaret, ilme, hikmete, mantığa ve hüccete dayalı bir cesaret olmalıdır. Yoksa, değerler ve inançlar noktasında müstağni olmak” müslüman bir kişiye yaraşan bir durum değildir. Zira böyle bir durum ‘ahlakî’ de değildir.
Üstat Şehit Mutahharî, “Hakikati Arayış” başlıklı makalesinde, “hakikati ararken Allah’ın varlığından bile şüphe etmek mukaddestir. Ancak şüphe maraz olmamalıdır.”
Yani, yeter ki insanın arayışı ‘hakka ulaşmak ve hak ile birlikte olmak” irade ve arzusuna dayalı olsun.
Üstat Mutahhari bu ifadesi ile, ‘temiz ve özgür vicdanla hakikate ulaşma’nın öneminin her şeyin üstünde olduğuna dikkat çekiyor. Öyle ki, “hakikati arayış yolunda Allah’ın varlığından şüphe duyma”yı da ‘mukaddes’ sayıyor. “Yeter ki arayışın ve çaban garçekten dürüstçe olsun” demiş oluyor.
Bu girişten sonra ana konuya girecek olursak:
Bizler “hatt-ı İmam” derken, İslam İnkılabı ile birlikte, İnkılabın önderi İmam Humeyni’nin gösterdiği yolda yürüme peşinde olan her bir müslüman için bunu kastediyorduk. Dünyanın neresinde olursa olsun, İmam’ın yolunu kendisine “Rabbani ve Nebevi yol” olarak seçmiş, diğer deyimle İmam Humeyni’ye tüm varlığı ile ‘yoldaş’ olmuş her bir müslüman için bu tanımlamayı yaparken hiç bir ayırım gözetmiyorduk.
O Kişinin hangi ülkenin ve hangi kavmin mensubu olduğuna veya mezhebî aidiyetinin ne olduğuna bakmıyorduk; bakamazdık da.
Zira İmam Humeyni’nin gösterdiği yol ve ortaya koyduğu hedefler Şii-Sünni bütün müslümanları kapsıyordu. İmam Humeyni bütün konuşmalarında hitap ifadesi olarak; “ey dünya mustazafları” “ey dünya mazlumları” “ey dünya müslümanları” “ey İslam ülkelerinin halkları” gibi ifadeler kullanıyordu sürekli olarak. İmam’ın konuşmalarının hiç bir yerinde “ey Şiiler” şeklinde bir hitabının olduğunu göremeyiz.
Aynı şekilde İmam’ın hak ve dirayetli halefi İmam Hamenei de, aynı yolu olduğu gibi hiç bir değişme ve değiştirme olmaksızın sürdürmekte ve sürekli “ey müslümanlar” diye hitap etmektedir.
Ancak İslam coğrafyasında bazı gruplar ve akımlar ortaya çıkarak; “Şiilik” konusunu merkeze almakta, topluma ve muhataba “şiileşme/şiileştirme” saikiyle yaklaşmakta. Bunu kendilerine “misyon” edinen kardeşlerimiz olduğu gibi, ister sosyal isterse psikolojik ve isterse de duygusal düzlemde mezhepsel ayrışmalar ve gruplaşmalara sebebiyet vermektedir.
Bunun İmam Humeyni ve İmam Hamenei’nin gösterdiği istikametten uzaklaşmak ve “hatt-ı İmam” ekseninden sapmak anlamına geldiğini düşünüyoruz.
Bu husus uygun bir dille konuşulup mütalaa edilmeli ve “velayet makamı” nezdinde de teyit edilecek bir yol takip edilmelidir.
Biz İslamî camiayı bütün unsurları ve bütün kesimleriyle ayrılmaz ve parçalanamaz bir bütün olarak görüyoruz; mezhebî mülahazalarla camia içindeki her türlü ayrışma, bloklaşma ve bölünmeye karşı olduğumuzu belirtmek istiyorum.
Bizler, her düzlemde “ey müslümanlar” hitabını yükselterek insanları “direniş cephesi” ile omuz omuza olmaya çağırma durumundayız ve ümmetimizin Şii-Sünni her kesimiyle “hatt-ı imam” misyonunu ve kimliğini ihya etmeyi büyük bir sorumluluk olarak addediyoruz...
Kabul ve itiraf etmeliyiz ki, ne yazık ki “mezhebî dil ve söylemler” ümmet kuşatıcılığını, ümmetin kendi içindeki gönül birlikteliğini ve ümmetin mensuplarını birbirleriyle olan ülfet ve ünsiyetini zedelediğini görüyoruz.
Hali hazırda geniş bir kesimi Caferî-Zeydî Şii mezhebine mensup olsa da, Direniş Cephesi’ni “Ümmet Cephesi” olarak görüyoruz: Yani direniş cephesiyle ilgili dilimiz, söylemimiz ve çerçevemiz her zaman “Ümmet-i Vâhide” dili olma durumundadır.
Sözün burasında “Velâyet Hattı”nı tanımlarken üzerinde durmamız gereken diğer bir nokta; İslam İnkılabı Rehberi’nin Ümmet nezdindeki konumudur. Bizler “Veliyy-i Emr-i Müslimin” derken, İmam Hamenei’nin “yeryüzündeki bütün müslümanların veliyy-i emr”i olduğunu vurguluyoruz. Bu da Şii Sünni her bir müslümanı kapsar, burada mezhebî bir hudut ve tahdit yoktur.
Diğer yandan “İmam-Ümmet” denklemi de, bize aynı ekseni öğretiyor: Yani “İmam” ile “dünya müslümanları” arasındaki ilişki, “İmam-Ümmet ilişkisi”dir. Bir tarafta “İmam” varken diğer taraftan bütün kesimleriyle “ümmet” vardır. İmam bu ümmetin aynı zamanda “baba”sı mesabesindedir ve ümmetin bütün mensupları onun çocukları gibidir. Dolayısıyla, bizler bir “ümmet ailesi”yiz ve bu ailenin reisi de “İmam”dır.
Ümmetimizin tüm mensupları ile sosyal ilişkilerimizi, kalbi ve duygusal ilişkilerimizi bu minval üzere tutmazsak, yakınlık, sevgi, ülfet, ünsiyetimizi bu aileye ve bu İmam’a dayandırmazsak, “velayet hattı”ndan uzaklaşmış oluruz... Bu bahse devam etmek üzere.
(Ali Ammar Canöz - Hürseda)