İran Neden Suriye'de? - İran-Suriye İlişkilerinin İslamiliği
Ateşkesle sonuçlanan son İdlib savaşı ile birlikte, Türkiye, İran, Rusya, Hizbullah ve diğer direniş güçleri için sıkça sorulan o soru tekrar gündeme taşındı; “onların orada ne işi var?”
Doğrudur; eğer mesele bilgi edinmeye, hakikatin ne olduğunu anlamaya yönelik bir soru ise, soralım ve cevabını arayalım. Ancak biz soruyu daha özele hasredip “İran ve Hizbullah’ın Suriye’de ne işi var?” şeklinde sorup bu soruya kısaca cevap arayacağız.
İran’da İslam İnkılabı’nın gerçekleşmesiyle, İslam devriminin önündeki en büyük hedef, Filistin işgalçisi siyonist rejimin tamamen ortadan kaldırılarak, Kudüs’ün özgürleştirilmesiydi.
Bu hedef, 11 Şubat 1979 sonrası gündemleşen bir hedef değildi. İslam devrimi önderi merhum İmam Humeyni, islam devriminin zaferinden onlarca yıl öncesinde, henüz daha devrim ateşini tutuşturmadığı zamanlarda bile, bütün ilgi ve dikkatini işgal altındaki Filistin topraklarına odaklıyor, Kudüs’ün özgürleştirilmesi yolunda küresel bir İslami mücadelenin verilmesi için çabalıyordu.
İran’daki Fedâiyan-ı İslam hareketi lideri şehid Nevvab Safevi’nin Yaser Arafat’ı, Filistin’in özgürlüğü için bir mücadelenin başlatılmasına teşvik eden tutumu da bu sürecin bir parçasıydı.
Filistin’in özgürleştirilmesi davası İmam Humeyni ve onun bayrağı altında yürüyen devrimciler için soyut bir hedef ve ideal olmaktan öte, pratik bir direniş projesiydi, bunun gerçekleşmesi için de hem toplumsal küresel bir bilinç hem de jeo-stratejik ve askeri bir hazırlık ve altyapı gerektiriyordu.
İslam devriminin hemen ardından siyonist rejimle her türlü ilişkilerin kesilip “İsrail” adlı “gayri meşru” yapının bir “kanser uru” olarak tanımlanması, Tahran’daki siyonist rejim elçiliğinin Filistin direnişine devredilmesi ve mübarek Ramazan ayının son cuması olarak “Dünya Kudüs Günü”nün ilan edilmesi ile başlayan pratik adımların ardından ortaya konulan temel strateji, siyonist rejime yönelik hem Filistin düzleminde, hem de bölgesel ve uluslararaası düzlemde siyasi, askeri bir mücadele koşullarının oluşturulmasıydı.
İslam devriminin emperyalizmle ve siyonizmle mücadele ve dünya müslüman halklarını tağut ve müstekbirlere karşı mücadele sahasına taşıma iradesinin oluşturduğu korku ve panik ile, emperyalizmin İslamî İran’a karşı attığı iki adım vardı; birincisi, İslam devrimini içerden durdurabilmek için işbirlikçi münafıklar eliyle suikast, sabotaj ve kaos yoluyla bir dizi saldırı başlatmak, ikincisi ise, Irak baas rejimini İran İslam Cumhuriyeti’nin üzerine salarak nizamın yıkılmasını sağlamak...
11 Şubat 1979’un ardından İslam Cumhuriyeti nizamını yıkmak için başlatılan iç saldırılarla istenilen sonuç elde edilemeyince, 22 Eylül 1980’de Baas rejimi eliyle İslam Cumhuriyeti’ne karşı topyekün bir saldırı başlatıldı.
Bütün küresel emperyalistlerin ve bölgesel işbirlikçi rejimlerin desteğini arkasına alan Saddam rejimi, bir hafta içinde “büyük bir zafer” (!) ilan etmeyi planlarken savaşın ilk yıllarından itibaren “beyaz bayrak” çekmeye başlamıştı.
İslam Cumhuriyeti’nin kuzeyden güneye 15 şehrinin işgal edilerek başlatılan bu savaş, İslami İran için kelimenin tam anlamıyla bir “ölüm kalım savaşı” iken bile, İslam devrimi önderliğinin önündeki öncelikli hedef her zaman Filistin ve Kudüs davasıydı. Savaş cephelerinde atılan sloganlarda bile sürekli olarak “Kudüs’e ulaşma” hedefi dile getiriliyor, en çok da “Kudüs yolu” deyimi kullanılıyordu.
İşte bu dönemde, 1982 yıllarından itibaren Lübnan’daki İslami direnişin yükseliş dönemi ve siyonist düşmanla doğrudan mücadele safhası başlıyordu. Siyonist rejim güçlerinin Lübnan’ı işgal edip Beyrut’a girdiği dönemde, siyonist işgale karşı mücadelenin adı da “HİZBULLAH” oluyordu.
Lübnan’daki Amerikan, İngiliz, Fransız ve İtalyan güçlerini kaçırtan sarsıcı direniş operasyonları ve siyonist işgal rejimini Lübnan’dan zelilce ve yenik bir ekin tarlası misali kaçırtan 18 yıllık destansı direniş o zamandan itibaren başlamış oldu.
Birbirinden ayrılmaz iki yiğit olan Şehid İmad Muğniye Lübnan’da siyonist işgale karşı direnişe komuta ettiği dönemde, daha sonra Kudüs Gücü komutanı olan Şehid Kasım Süleymani de Kudüs’e ulaşmak için Baas rejimiyle savaşıyordu. Ortak buluşma noktası ise her zaman “Kudüs” idi.
İslam devriminin kendisi Saddam rejimiyle yıkıcı ve kanlı bir savaşın içinde olsa da siyonist düşmanla mücadele etmenin koşullarını oluşturma ve özgür Kudüs’ün yolunu açma iradesi öncelikli olarak Hizbullah direnişi ile kendini gösteriyordu.
İran İslam Cumhuriyeti’nin Suriye ile kurduğu ilişki, Amerikan-İsrail saldırganlığı karşısında geliştirdiği siyasi askeri dayanışma da bu dönemde başlamıştı. İslam Cumhuriyeti-Suriye ilişkisi ve işbirliğinin ilk meyvesi de Lübnan’da Hizbullah’ın doğuşu ve yükselişi ve siyonist rejimin tarihin en ağır yenilgilerini aldığı direniş hattının inşası oldu. Bunun için Suriye’den başka hiç bir seçenek ve kapı olmadığı gibi, Suriye’nin desteği olmasaydı, siyonist rejime karşı kazanılan zaferler de olmayacaktı.
Şimdi şunu özellikle sormak gerekiyor: İslamî bir nizamın Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Resullüllah’ın ortaya koyduğu izin ve ilkeler ışığında Suriye ile kurduğu ilişkinin illetinde, yapısında ve devamında bir sorun var mıydı? Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Resulüllah’ta böyle bir işbirliği ve dayanışmayı batıl kılan bir hüküm, bir yasak var mıydı?
Acaba Ehl-i Sünnet mezheplerinde, Hanefî veya Şafiî, Hanbelî veya Malikî mezheplerinin içtihat ve fetvalarda böyle bir işbirliği, dayanışma ve anlaşmayı caiz görmeyen bir nokta var mıydı?
Bizler bir meselenin “İslâmî” ve “meşru” olup olmadığını başka hangi kriterlere göre belirleyecek ve hangi delilleri kendimize referans alacağız?
Bizler konularımızı şer’i deliller üzerinden mi konuşacağız, yoksa kendi hevalarımıza mı sarılacağız?
Alimlerimiz, vaiz ve hatiplerimiz, üstatlarımız, İslamî camiaya yön veren ağabey ve liderlerimiz, aydınlarımız, gazetecilerimiz buyursunlar önce buradan bir konuşsunlar! İslamî İran’ı müslümanlar gözünde itibarsızlaştırmak ve yalnızlaştırmak için, İran’ın İslâmiliğini tartışmaya açanlar, şer’i delillerini göstersinler! Hep birlikte onlar üzerinden konuşalım.
Bakalım hangi ayetler, hangi hadisler, Hz. Resulüllah’ın hangi uygulaması ve kararları, fakihlerimizin hangi içtihat ve fetvaları, İslamî İran’ın, Hizbullah ve mukavemet cephesinin İslamiliğinin üzerine iptal çizgisi çekiyor, onu birlikte öğrenmiş olalım...
Bu bahse kaldığımız yerden devam edeceğiz... (Ali Ammar Canöz - HÜRSEDA)