Beyânu'l Kur'an, İmam Humeyni – 2
İmam Humeyni, Kur’an’ın tanımladığı Alim Örneğidir
Kur’an-ı Kerim’de İslam toplumlarının önderliği ve yol göstericiliği anlatılırken, onların bilgisel açıdan sahip oldukları muktesabata değil, toplumsal açıdan üslendikleri role ve sorumluluğa işaret vardır.
İslam toplumlarında genel olarak “alim” tanımı yapılırken, daha çok onun “bilgi sahibi” olması, “İslamî ilimlere vukufiyeti” yönleri üzerinde durulur. Dolayısıyla, “belli bir bilgi sahibi olmak” bir kişinin “alim” olarak kabul edilmesi için yeterli görülmektedir.
Eğer lugavî açıdan bakacak olursak; alim “bilen” demektir. O halde, bir kişinin İslamî ilimlere vukufiyeti, onu “alim” kılmakta, sonuçta müslüman toplumlar içinde ona ayrı bir değer ve üstünlük katmaktadır. Halbuki Kur’an-ı Kerim’in alim tanımlaması ve alimlere yüklediği rol, bilinen alim tanımlamaların çok ötesindedir.
Maide süresi 44. Ayette buyrulduğu üzere; “Gerçek şu ki, biz Tevratı, içinde bir hidayet ve nur olarak indirdik. Teslim olmuş peygamberler, yahudilere onunla hükmederlerdi. Allah'ın kitabını korumakla görevli ve onun üzerine şahidler kılınan rabbani ve ahbar da.”
Kur’an-ı Kerim burada üç tanımlama yapıyor: Peygamberler, Rabbaniler ve Ahbar.
Ayette peygamberlerden sonra zirkedilen Rabbani ve Ahbar, rol ve sorumluluk gereği, peygamberlerin yaptıklarını yapmak, onun yolunu sürdürmek, getirdiği dini yaşatmak, bayrağını yükseklere kaldırmakla yükümlü kılınıyor. Onlar için kullanılan tanımlama ise; “Allah’ın kitabını korumak” ve “şahid” olmak. Dolayısıyla bir “alim” için “bilgi sahibi olma”nın yanında “Allah’ın kitabını korumak” ile “şahid olmak” birbirinden ayrılmayan iki asli vasıftır.
Şehid Muhammed Bakır es Sadr, bu hususu “şehâdet” başlığı altında ele alıp, alimlerin temel vasfının “İslam’ın korunması, kollanması, yaşatılması, hükümlerinin ikame edilmesi ve bunun için de, bir şahitliğin yani örnekliğin ve yol göstericiliğin ortaya konulması” şeklinde tanımlıyor.
“İslâm’ın korunması” ilmî bir birikim gerektirdiği gibi aynı zamanda sosyal, siyasal bir rol ve sorumluluk da gerektirir. (bimâ-stuhfizû min kitâbillâhi vekânû ‘aleyhi şuhedâ= kitabı korumak ve onun üzerine şahit olmak)
“Şahid olmak” yani, “İslam’ın korunması, kollanması, yaşatılması, hükümlerinin ikame edilmesi noktasında örnek ve öncü olmak.” Bu rolü ifa etmek, ilmi vukufiyeti gerektirdiği gibi, toplumsal bir sorumluluk, irade, cesareti, fedakarlık, liyakat ve ehliyeti de gerektirir. Hz. Resul-i Ekrem (s.a.v)in buyurduğu “alimler peygamberlerin varisleridir” hadisi de bu hakikati ortaya koymaktadır. Alimin peygambere varis olması bu sorumlulukları kuşanmasıyla vücud bulur. Aksi takdirde, birisinin başında sarık veya emmame, sırtında cübbe veya aba olması, onu “peygamber varisi bir alim” kılmaz.
İşte İmam Humeyni, bu sorumlulukları kuşandığı ve bütün ömrünü bu yola adadığı için her açıdan, kamilen “örnek bir İslam alimi” olma vasfını ortaya koymuştur.
Yine yazımızın başlığına dönecek olursak; Kur’an’da anlatılan “peygamber varisi alim”in asrımızdaki canlı örneği İmam Humeyni’dir. Kur’an-ı Kerim (bimâ-stuhfizû min kitâbillâhi vekânû ‘aleyhi şuhedâ= kitabı korumak ve onun üzerine şahit olmak) dediği zaman, bu beyanın karşılığı olarak, bütün yönleriyle İmam Humeyni’yi karşımızda görürüz. Çünkü o, iman, takva ve cesareti ile, azim, fedakarlık ve mücadelesi ile, irade, liyakat ve ehliyeti ile, Allah’ın o ayetinin “tecessüm” etmiş bir timsali idi.
1986 yılının Şubat ayında, devrim törenleri dolayısıyla gittiğimiz İran’da Rahmetli İmam Humeyni’yi Cemaran’da dinlemeyebilmek nasib olmuştu. İmam oradaki konuşmasında “Ey dünya müslümanları İslam’ın yardımına koşunuz, Ey dünya müslümanları, hükümleri vesayet altına alınan ve mahcur bırakılan Kur’an’ın yardımına koşunuz. Ey Dünya müslümanları, kendi topraklarında zulme uğrayan mazlum müslümanların yardımına koşunuz!” diyerek bütün dünya müslümanlarına bir çağrıda bulunmuştu.
Şüphesiz ki bu çağrı, herkesten önce “alim”lere yaptığı bir çağrıydı. Zira, İslam’ın korunması ve kollanması, hükümlerinin yaşatılması ve ikame edilmesi, mazlumların savunulup desteklenmesi, her şeyden önce alimlerin boynunda bir görevdi...
İmam Humeyni (ra) bütün ömrü boyunca bu görev ve sorumlulukları bizzet kendisi kuşandığı gibi, yetiştirdiği tüm inkılabçı alimler de, İmam’ın gösterdiği bu hedefte cansiperane yürüdüler. Onlardan bir kısmı düşman saldırılarında, tağut işkencehanelerinde ve savaş meydanlarında şehit oldu. Bir kısmı da halen onun o azamet, izzet dolu yolunu devam ettirmektedirler.
Günümüzde hak ile batıl, zalim ile mazlum, mustazaf ile müstekbir savaşında tam bir dönüm noktası yaşanmaktadır. Öyle ki, hak cephesi tağut ve müstekbirler karşısında büyük zaferler kazanıp azamet dolu bir “direniş cephesi” oluşturduğu gibi, batıl cephesi de hak cephesine karşı dört koldan ve bütün gücüyle saldırıya geçmiş, barbarlık, cinayet ve işgallerinde yeni küstahlık ve zorbalıklara başvurmuştur.
Bu savaş lokal ve mevziî bir savaş olmayıp bütün dünya müslümanlarını ve yeryüzün tüm mazlumlarını içine alan bir savaştır. Dolayısıyla, bu savaşta peygamberlerin gerçek varisleri her zaman sahnede ve tüm meydanlarda olacaklardır; onları duruş ve beyanlarıyla, onları cihad ve direnişleriyle, onları irade ve cesaretleriyle, onları azim ve kararlılıklarıyla göreceğiz. Onları yükselen feryadları ve sıkılmış yumruklarıyla, tuttukları saflar ve attıkları adımlarla tanıyacağız. Onları cesurca yürüyüşleri ve göğüslerini hak davaya siper edişleriyle tanıyacağız. İşte o zaman diyeceğiz ki, bu gördüklerimiz “alimlerimiz”dir. Bu gördüklerimiz, şahidlerimizdir, kandillerimizdir.
Başta büyük şeytan olmak üzere, istikbar ve tuğyan ile mücadele sahnesinde bulunmayanlar, hak cephenin savunulması için mübareze silahını kuşanmayıp direniş meydanlarından uzak duranlar gelip de bize başlarındaki sarıklarını ya da emmamelerini, sırtlarındaki aba ve cübbelerini göstermesinler! Bize okudukları ilimlerden, sahip oldukları bilgilerden, yazdıkları kitaplardan, verdikleri vaazlardan söz etmesinler. Onların hiç birine bakmayacak ve itibar etmeyeceğiz. Adlarına, sanlarına, ünvanlarına kanıp aldanmayacağız.
Onlar ne zaman ortaya çıksa ve görünse, ne zaman onlardan söz edilse, onları, “direniş ve mübareze meydanlarından kaçan alim kılıklı korkaklar” olarak anacağız! Ne zaman ilim ve fikirden, kitap ve dersten söz ederlerse, “o ilim ve fikirler sizin olsun” deyip derslerini ve kitaplarını yüzlerine vuracağız...
Rahmetli İmam Humeyni’yi “örnek bir İslam alimi” olarak tanıdığımızda, İslami ilimler medresesinde verdiği dersler ve yaptığı konuşmalarda, hususen, Amerika’ya tanınan ayrıcalıklara karşı İslam devrimi meşalesini tutuşturduğunda önüne koyduğu en önemli hedef; İslam dünyasının Amerikan sultacılığından kurtarılması idi. Şehinşahlık rejiminin yıkılması ve İslam Cumhuriyeti nizamının kurulması hedefi de, İslam Ümmetini zulüm ve istikbarın esaretinden kurtarmak yönünde bir kale kurmak içindi...
Bugün zamanın en büyük putu olan büyük Şeytan Amerika, tarihinin en azgın dönemine girmiş durumda. Bir yanda direniş cephelerinde aldığı yenilgilerin öfkesiyle, diğer yandan, yükselen direniş dalgasını kırma telaşıyla, öte taraftan da “yeryüzün ilahı benim” iddiasını sürdürme derdiyle, İslam inkılabına ve direniş cephesine çok yönlü bir saldırı içinde. Böyle bir durumda herkesten önce “alimlerimiz” sorumluluklarını kuşanıp mübareze meydanlarında yer almayacaksa başka ne zaman alacaklar? Böyle bir zamanda hak cephesine siper olmayacaklarsa, başka ne yapacaklar?
Bütün alimlerimize diyoruz ki; namaz kılarken önümüze hoca olarak geçiyorsunuz, ilim, irfan ve ahlaktan anlatmak için karşımızda minbere çıkıyorsunuz, bizden hürmet ve ihtiram bekleyip sözlerinizin dinlenmesini istiyorsunuz, evet başımızın tacısınız. Ama sizler tağut ve müstekbirle mücadele sehnesinde değilsiniz, hakk cephesinde yiğitlerin ve erlerin önüne geçmemişsiniz, ümmetimizin izzeti için göğüslerinizi siper etmiyor, direniş cephesinin feryadı ve öfkesi olmuyorsanız, biz sizi tanımıyoruz, size saygı duymuyoruz ve hiç bir değer vermiyoruz...
Önümüzden çekilin ve bir daha önümüze geçmeyin. Bizim için mihraba geçecek hoca sorunumuz yok. Bizim için minberde hutbe ve mersiye okuyacak vaiz ve hatip eksiğimiz yok. Bizim ihtiyacımız peygamber varisi alimlerdir; bizim aradığımız, Hz. Hüseynî bayrağı kaldıracak yiğitlerdir! Bizim gözlediğimiz mukavemet hattında aziz şehidlerimizin yolunu sürdürecek erlerdir...
Rabbimizin Kur’an’da tanımladığı şiarlar “ricâlullah”tır! Onlar, imanlı sâdıklardır. Onlar yürekli cesurlardır! Onlar muhlis fedakarlardır! Onlar, İslam’ın, ümmetin ve mukaddesatın korunmasına adanmış canlardır! Onlar, İmam’ını yalnız, dinini savunmasız bırakmayan Ekber’ler, Kasım’lar ve Abbas’lardır. Ve onların günleri hep “eyyâmullah”tır.
Rabbimiz bize “sâdıklarla birlikte olun” buyuruyor. Bizler sâdıklarla birlikte olacağız; onların izinden gidecek ve onların bayrağını taşıyacağız! Onların davasını savunacak ve onların hakkını alacağız... (Ali Ammar Canöz - Hürseda)