Tüketilen Değerler
Geçtiğimiz hafta gençlerin katıldığı bir eğitim çalışmasına dahil oldum ve birkaç gencin aşk ve sevgi kavramlarını öne çıkardıklarını ve belli bir süreden sonra bu duyguları hissedemez hale geldiklerini içeren ifadelerine şahit oldum. Biliyorsunuz, biz bu değerler hakkında konuşmaktan şiddetle kaçınır ve aşkın ne olduğu, hangi sınırlar dahilinde yaşanabileceği noktasında hep çekimser kalırız. Oysa bahsedilen bu çekim gücü sınırları korunduğu sürece son derece insani ve doğal bir duygudur. Ancak insanlarımız her konuda olduğu gibi bu hususta da ifrat-tefrit arasında gidip gelirler. Bir kısım bireyler bunu bir tabu olarak görüp telaffuz etmekten dahi kaçınırken çoğunluğu gençlerden oluşan büyükçe bir kısım eyleme döktükleri her türlü sapkınlığı aşk ve sevgi ile ilişkilendirerek özendirmeye çalışırlar.
Dünyaya kapitalist sistemin penceresinden bakan bireyler kavramların içini boşaltarak, ilk insandan beri korunan hayâ sınırlarını yıktılar ve hayatı bir eğlenceden ibaret görmeye başladılar. Nitekim kapitalist sistem ağına aldığı kitlelerin değer algılarını dönüştürerek onları zihinsel uyuşukluğa, donukluğa sürükledi ve zihinsel potansiyellerini kullanmalarına fırsat vermedi. Akıllarını rafa kaldırıp sürüye dahil olan bireyler elbette sokaklarımıza bulaştırdıkları kirin birinci derecede sorumlularıdır, bunu kabul ediyoruz ancak olayı tek bir boyuttan değerlendirerek bir yere varamayız.
Otto F. Kernberg, aşkın, insanın sevme istidadını ve gelişmişlik düzeyini temsil eden özel bir duygu olduğunu ifade eder. Ona göre aşk, kişinin benlik sınırlarını terk edip ötekiyle özdeşleşmesi ve çocukluğun gerçek nesnelerini geride bırakıp yas sürecine girmesi ve bağımsızlaşmasıdır. Nörobiyologlar ise sevginin ötesine geçen aşk duygusunun beyinde dopamin, adrenalin ve norepinefrin gibi kimyasalların salgılanımını artırdığını ve kişiye kendini iyi hissettirdiğini ifade ediyorlar. Buna göre ayrılık ve kopma gibi durumlarda yoğun bir yoksunluk ve yalnızlaşma duygusu ortaya çıkıyor ve yas kaçınılmaz oluyor.
Değer verdiğimiz, önemsediğimiz şeyleri gizli tutmaya çalışır, korumak için özen gösterir ve bunun için belirlenmiş sınırlara tabi oluruz. Aşk duygusu da bu değerler arasında yer alır ve sınırları korunmalıdır ki dinimiz bunu helal haram ölçütü olarak ortaya koymuştur. Aşk doğal bir duygudur, dolayısıyla bu duyguyu fıtratından uzaklaştırarak zinaya, şiddete, teşhirciliğe ve bir tatmin aracına dönüştürmemek gerekir. Allah’ın koyduğu hudutları titizlikle korumak insan olduğunu iddia eden herkesin sorumlu olduğu bir husustur öyle değil mi?
Günümüzde hürriyet ve sevgi gibi aşk kavramı da içi boşaltılan, yozlaştırılan ve ayaklar altına alınan kavramlardan biri haline geldi. Görsel ve yazılı medya üzerinden sergilenen gayri ahlaki görüntüler, gayri meşru ilişkiler, edep ve hayâ sınırlarını zorlayan ifadeler, mimikler ve söylemler doğal olan aşk kavramını günü birlik yaşanan hazlara dönüştürdü. Oysa romanlara, masallara, hikâyelere konu olan aşk bir değerdi ve kişiyi olgunlaştırırdı.
Geleneklerimizde aşk ve sevgi, toprağa gizlenmiş kıymetli birer eşya gibi görülür ve gizliliğine önem verilirdi. İnsanlar kalplerinde yeşeren duyguları özenle saklar ve değerini korumaya çalışırlardı. Bugün bu değerler anlamından uzaklaştırılarak günü birlik hazlara dönüştürüldü. Evlenmek istiyorum ama karşı cinse karşı ilgimi kaybettim, bir şey hissedemiyorum diyen gençler Allah’ın koyduğu sınırları aşıp her şeyi fütursuzca tükettiler ve sevme yeteneklerini kaybedip donuk bir nesneye dönüştüler.
Modern bireyler haz peşinde koşarken duyguları an be an değişti ve sürekli yön değiştirip geride virane hayatlar bıraktılar. Bugün el ele tutuştukları kişiyi yarın yerden yere vurmaya, ağır tehditler savurmaya başladılar. Dünyaya bir kere geldim, istediğim gibi yaşarım anlayışı ile hareket eden kişiler mahremiyetin duvarlarını yıktılar, yaşadıkları her sapkınlığı, egosantrik düşünce biçimini, patolojik kıskançlığı, şiddeti aşk kavramıyla ilişkilendirerek içinde bulundukları girdabı meşru göstermeye çalıştılar. Bu durum bu kişilerin ruh ve duygu dünyalarında büyük aşınmalara, geri dönülmez patolojilere sebebiyet verdi ve insan kimliği ile barışamamış bir nesil ortaya çıktı. Ve bu çocuklar kendilerine virane sokaklara açılan bir istikamet belirlemiş yürüyorlar ama bu yolun kendilerini nereye götüreceğini ve hayatlarının nereye doğru savrulacağını bilmiyorlar. Aşk, sevgi, mutluluk kavramlarını sıklıkla dillendiriyorlar ancak iç dünyalarında karanlık bir çöle açılıyor ve yalnızlaşıyorlar. (Milli Gazete)