Kan üzerine kurulmuş bir medeniyet
96 yaşında hayatını kaybeden İngiltere Kraliçesi, görkemli bir cenaze töreni ile defnedildi fakat geride bıraktığı varisleri ve kan üzerine kurulan mirası gündemdeki yerini koruyor. Dünya basınında Kraliçe’nin anaçlığına, otoritesine, gücüne, etkinliğine ve hayat tarzına dair haberler tekrar tekrar yayınlanıyor. Kirli mirasın başına geçen 73 yaşındaki oğul ve görkemli sarayın sakinleri, haber sitelerinin birinci sayfalarında yer alıyor. Aldığımız terbiye ölenin ardından konuşmamayı telkin ediyor ama Kraliçe’nin tahtının, İrlanda’da, İskoçya’da, Hindistan’da, Afrika’da ve Ortadoğu’da sömürgeleştirilen toplumların ve hastalık bulaştırılarak mağdur edilen Aborjinlerin kanları üzerine kurulduğunu biliyoruz. Kraliyet vesayetinin kolu İsrail’in kuruluşundan Ortadoğu’da yaşanan işgal faaliyetlerine kadar uzanıyor ve o görkemli hayatlardan yükselen kokuyu hissedebiliyoruz. Fakat işbirlikçi liderler ve onların söylediği şarkılarla zihinleri uyuşan kitleler işin bu tarafıyla alakalı değiller, onlar cellâtlarının eteğine yapışmış yaslarını tutuyorlar.
Kapitalist sistemin havasını soluyan bireylerin tasavvurlarında maddiyat odaklı bir güç algısı hâkim ve doğal olarak Kraliçe’ye ölümü bir türlü yakıştıramıyorlar. Kuru ekmeğe muhtaç olan kitleler katiline hayranlık besleyen mazoşist bireylere dönüşmüş “öksüz kaldık, yaslandığımız duvar göçtü” mealinde açıklamalar yapıyor ve siyahlara bürünmüş hüzün şarkıları söylüyorlar. Hadi Avrupalı halkın mevtaya karşı hislerini anlayabiliyoruz da bizim çağdaş yobazlara ne oluyor acaba! Kendilerini modern kültürün hamileri olarak gören bu kişiler “o bizim anamızdı, öksüz kaldık” tarzında açıklamalar yapıyor ve o görkemli hayatlara hayranlıklarını aşikâr ediyorlar. Hadi çağdaş şahsiyetlerin hislerini de anlayabiliyoruz ama bütün kaynakları, bütün değerleri bu zihniyetin başını çektiği bir sistem tarafından sömürülen ülkelerin kukla yöneticilerine ne oluyor! Halklarını hiçbir noktada temsil etmeyen işbirlikçi liderler karalar bağlamış yas tutuyorlar. İlginçtir Kraliçe’nin ölüm haberinin ardından Ürdün, Lübnan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Kuveyt’te üç gün yas ilan edildi. Biz büyüklerimizden öyle gördük, ölenin ardından pek konuşulmaz ama Kraliçe’nin savunduğu şey, ortaya koyduğu icraatları ve tavrı ezilenlerden yana değil ezenlerden yanaydı ve o 96 yıllık ömrünü emperyalist sistemin önemli ayaklarından biri olarak sürdürdü.
Bilindiği üzere Osmanlı sonrası Ortadoğu’da parçalanan ve devletleşen ülkelerin o zamanki destekçileri Birleşik Krallık’tı ve bu zihniyet kukla yöneticiler üzerinden o toplumların bütün kaynaklarını sömürmüş ve kontrol altında tutmuştu ki, bugün bu zevatlar varlıklarını Birleşik Krallık’a borçlu olduklarını biliyor ve bağlılıklarını ortaya koyuyorlar.
Kraliçe’nin görkemli sarayı, gösterişli hayatı sergileniyor ve hanedanı kibirden toprağı göremiyor, halkları bakışları ile ezip geçiyorlar. Oysa ölüm vehmettikleri gibi sadece yoksullara uğramıyor, ölüm para, unvan, etnik özellikleri ayırt etmiyor ve nefes alıp veren her canlıyı eşitleyip, toprakla buluşturuyor. Ölüm Allah’ın mutlak adaletinin bir sonucu ve iyi olanı kötü olandan ayrıştıran bir süreç... Kendilerini dünyanın zirvesinde gören zorbalar, diktatörler, katiller ve kibirden kuleler ören kişiler ölüm karşısında yenilgiyi kabulleniyor ve ölümü çağrıştıran her şeyi hayatlarından uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Ancak başlarını soktukları yer Balmoral kalesi de olsa ölüm onları buluyor ve ait oldukları yere götürüyor. (Milli Gazete)