Merhaba Adalet!
Bismihi Teala
Türkiye, kuruluşuyla birlikte sırtını İslam’a ve Müslümanlara, yüzünü de batıya dönen bir zihniyeti kuşanmıştır. Rejim bu zihniyet gereği İslam’ı ve Müslümanları düşman bellemekle birlikte etnik olarak da bu coğrafyanın ana unsurlarından olan Kürtleri de üvey evlat/vatandaş görmüştür. Yani rejim iki temel düşmanlık üzerinden kendisini temellendirmiştir. Bundan dolayı onlarca yıl hedef tahtasında ya Kürtler olmuştur ya da Müslümanlar...
İşte bu yaklaşımdan dolayı onlarca yıldır Türkiye’de İslam, irtica; Müslümanlar da, mürteci olarak görülüyor. Bu ideoloji gereği olarak da belli aralıklarla rutin bir şekilde rejimin bekçileri(!) cadı avına çıkar gibi Müslüman avına çıkagelmiştir. Rutin darbelere, rutin operasyonlara, baskı(n)lara maruz kala gelmiştir bu coğrafyanın evlatları; insanların eksikliklerini, yanlışlarını ve hatalarını İslam’a mal bilip İslam’ın adaletinden batının, beşerin adaletine(!) demir atanlar tarafından.
Darbeler, ihtilaller, insan hakları ihlalleri, gasp edilen haklar, zindanlar, sürgünler, katliamlar…
Kan, kaos ve sopa politikalarından güç alan sistem düşman bellediklerinin, muhalif bildiklerinin üzerine insafsızca, ölçüsüzce abanmıştır.
Ve tam on iki yıl önce 17 Ocak’ta rutin işler gereği tufanlardan bir tufan kopmuştu. Kindarca, düşmanca amansız büyük bir saldırı gerçekleştiriliyordu.
Hem de rejimin, resmi ideolojinin alerji olduğu –düşmanı olduğu- iki özelliği de kendilerinde barındıran bir kesime.
Özellikle Kürtler arasında hatırı sayılır bir tabana sahip dini bütün, Müslüman bir camiayı bitirme, yok etme operasyonuydu bu tufanın adı.
Hatta bu camiayı bitirmek için kirli, temiz tüm planlar yapılmış; yapılan görev paylaşımına göre medya dâhil herkes görev başına geçmişti.
Bu camia günah keçisi seçilmiş; Mitin, itin, Emniyetin tüm kirli çamaşırları onun sırtına verilmişti. Ön yargılara, yargısız infazlara adalet mahkûm olmuştu. Emniyet ve MİT vatandaşını kollamak yerine kovalamakla meşgulken, medya da karalama kampanyasında son sürat yol alıyordu. Binlerce insan gözaltına alınmış, zalimce eziyet ve işkencelerden geçirilmişti.
Binlerce aile mağdur edilmişti. Binlerce kadın eşsizliğe, binlerce çocuk babasızlığa mahkûm edilmişti. Bu da güya adalet için yapılıyordu. Merhaba adalet(!)
Doğrusu sadece on yıllardır yapılan rutin işler tekrarlanıyordu. Farkı daha ustalıkla yapılıyordu. İşin üzerinde daha ehemmiyetle durularak kılıfına uyduruluyordu.
Hakmış, hukukmuş, adaletmiş, insan haklarıymış… Hikaye…
Ve İslami camia müntesiplerine kararları önceden belli olan davalar açılmaya başlandı. O günden bu güne tam on iki yıl geçti, o zaman açılan davalardan biri adaletin(!) yerini bulması için yeni sonuçlandı.
“İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi; Hizbullah davasında yargılanan Hacı İnan, Emin Ekici, Abdulsettar Yıldızbakan, Burhan Ekineker, İlyas Kutulman, İbrahim Evliyaoğlu, Mehmet Bayram Eren ve Sabahattin Alkan’ın, “Ağırlaştırılmış Müebbet Hapis Cezası” ile cezalandırılmasına karar verdi. Sanıkların Cezasının Ölünceye Kadar Sürdürülmesi...” istendi.
On iki yıl sonradan gelen ne adalet(!) değil mi?
O gün ahkâm kesenler, meydan okuyanlar adalet namına kalem kıranlar; belgelerden, bilgilerden dem vuranlar!
Ne oldu da bu kadar belge ve bilgiye rağmen mahkeme on iki yıl sürdü. Eğer bir suç olsaydı ve suçun delilleri olsaydı Allah aşkına bu mahkeme on iki yıl mı sürerdi?
Karar da ne karar hani; “sanıkların katıldıkları eylemlerin nitelik ve yoğunluğu, adam öldürme eylemlerinin ortaya çıkan ve telafi edilemez ağır sonucu dikkate alınarak sanıklar hakkında TCK’nun 59.maddesinin uygulanmasına takdiren yer olmadığına, 3713 sayılı yasanın 17/4. maddesi gereğince sanıkların cezasının ölünceye kadar sürdürülmesi…”
Hangi tarafından tutarsan elinde kalır. Madem sanıkların katıldıkları eylemlerin nitelik ve yoğunluğunu bilebilecek kadar ağırlaştırılmış müebbet veriyorsunuz; o zaman on iki yıldır neyi bekliyordunuz?
Ne ilginç; “delil kırıntısı bile yok” derken mahkeme suçun yoğunluğu ve niteliğinden bile bahsediyor.
Karalama kampanyaları bir yana; doğrusu on iki yılın ardından gelen bir karara inanmak içten değildir. Şaşırdığım, anlayamadığım on sene önce de sonuçlansaydı bu dava; sonuç yine bu olacaktı uzatmanın manası neydi? Yoksa mahkeme daha önce vermiş olduğu karar için malzeme peşinde miydi?
Hukukta yeni bir yorum “karardan suça gitmek” değil mi?
Ergenekon sanıkları için, solcular için, çeteler için, “darbesever”ler için hukuktan dem vurup fırtınalar kopartanlar, ne oluyor da bir davanın on iki yıl sürmesine, birilerinin suçsuz on iki yıl cezaevinde kalmasına sessiz kalıp üç maymunu oynuyorlar?
Öyle ya "bunların suçu büyük!"
Bunlar hem Müslüman, hem de geneli Kürt!
Sizi gidi rejim düşmanları! Şeriat getireceksiniz ha. Şeriat sizin neyinize! Laiklik neyinize yetmiyor. Adalet getireceksiniz ha! Kemalist sistemin adaleti neyinize yetmiyor. On iki yıl sonra karar çıkmış ya daha ne istiyorsunuz.” dersiniz.
Doğru ya iyi kötü bir mahkeme ve bir karar var. Mahkemesiz, yargısız kaçırılıp öldürülenleri, asit kuyularına atılanları, işkencelerden öldükten sonra intihar süsü verilenleri düşününce “eh bu da iyiymiş” dememek nankörlük!
Adalet mi? Pırpırlı paşalara, para babalarına… Fakire, Müslümana ancak için günah keçisi seçilmek düşer.
Lakin hamd olsun ki Allah, zalimlerin yaptıklarından haberdardır ve mutlak adalet sahibidir.
Zulme imza atanlar, kalem kıranlar ve bu zulümlere seyirci kalanlar! Boynuzsuz keçinin hakkının boynuzlu keçide bırakılmadığı günün hesabını düşünün. O günün hesabı çetindir.
Adaletin ne olduğunu, kimin suçlu kimin suçsuz olduğunu beraber göreceğiz.
(Hürseda Haber)