Direnişçileri Cezbeden Kuvvet
Zaman ilerledikçe İsrail ve direniş güçleri arasındaki savaşın iki ayrı dinin mensupları arasında değil, insanlık savaşı, zalimlerle mazlumların savaşı, olduğu netleşmektedir. Canlılar arasında benzerlerin birbirini çekme kanunu gereği, direniş cephesi; insanlığını henüz kaybetmemiş, üzeri tozlanmış olsa da henüz vicdanları yok olmamışları kendi tarafına çekmektedir. İsrail ise her gün bagacına tonlarca nefret yükü bindirerek ilerlemeye çalışmaktadır. Bir taraftan neredeyse tarifi imkânsız bir cazibe, diğer taraftan da aynı oranda bir itme gücüne sahip iki taraf arasındaki savaş, dur durak bilmeden devam etmektedir.
Mazlum tarafı temsil eden direniş cephesindeki; heyecan, cesaret, bombaların sesleriyle alay etme, çatışmalarda gülücükler saçarak ölüme gitme… bizleri hayretler içerisinde bırakmaktadır.
Son derece yokluk ve mağduriyetler içerisindeki direniş cephesinin halen ayakta kalması Allah’ın (cc) yardım ve inayetiyledir. Lübnan ve Gazze’deki lider kadrolarının neredeyse tamamını şehit vermelerine rağmen morallerinden ve hareket kabiliyetlerinden zerre kadar bir şey kaybetmeyen direnişçilerdeki motivasyonu sağlayan kuvveti, sık sık işlemek durumundayız. Çünkü onlardan daha çok bizlerin buna ihtiyacı vardır. Direnişçileri çeken güç, sadece akılla, mantıkla, matematik ve fiziğin kurallarıyla izah edilecek bir kuvvet değildir. İnançtan, tutkudan, sevgi ve aşktan gelen bir kuvvettir. Bu kuvvet, tek başına maddiyatla açıklanamaz. Ancak Peygamberimizin (saa) ve onun Ehlibeyit’inin araya giren uzun mesafelere rağmen gittikçe artıp serdengeçiren cazibesiyle birlikte açıklanabilir.
Mutahharri, Bilinmeyen Simasıyla Hazreti Ali (as), adlı eserinde, üzerinden asırlar geçmesine rağmen Hz. Ali’nin (as) halen, sevenlerini kendisine çeken müthiş bir çekim gücüne ve bir o kadar da karşıtlarını kendisinden uzaklaştıran itme gücüne sahip olma sebebini incelemiştir. Ona göre, insanları birbirine çeken kuvvet benzerliktir. Benzer şeyler yekdiğerini çekerler. Mesnevi’den aktardığı bir hikâye ile de iddiasını desteklemeye çalışmıştır: Bilgelerden birisi, bir leylekle bir karganın arkadaş olduğunu görmüş ve çok şaşırmıştır. Müşterekleri, ortak yanları pek olmayan iki kuşun arkadaş olmasını merak etmiş ve bunun nedenini araştırmaya koyulmuştur. Bilge adam onları dikkatle izlediğinde, ikisinin de ayaklarının aksadığını görmüştür! Evet, aksama konusundaki benzerlik, bu iki farklı hayvanı yekdiğerine yaklaştırmıştır.
İnsanları çekim ve itme gücüne göre dört gruba ayırır Mutaharri:
1) Nötr insanlar. Böylelerinin ne sevenleri ne de düşmanları vardır. Bunların varlığı taşların varlığı gibidir.
2) Bazıları da sadece çekim gücüne sahiptirler. Herkes tarafından sevilirler. Düşmanları yoktur. Belli amacı ve prensipleri olan birini herkesin sevmesi mümkün değildir. Çünkü sevgi, hakikatle birlikte olunca güzeldir. Öyleyse herkesin sevgisini kazanmanın yolu, dalkavukluk, sahtekârlık, yalan ve gösteriştir.
3) Kimi insanların ise hiç cazibesi yoktur. Sadece iticidirler. Dost kazanamazlar, sadece düşman kazanırlar.
4) Kimi insanlar da hem çekicidirler hem de iticidirler. Böyle insanlar, belli inanç ve prensiplere sahiptirler. Kınayıcının kınamasından korkmazlar. Şahsiyet ve kişiliği güçlü olan insanların hem cazibesi hem de iticiliği güçlü olur. Öyle bir çekiciliğe sahip olurlar ki takipçileri onlar için seve seve canlarını verirler. Düşmanlarının da oldukça nefretini kazanırlar.
İnsanın cazibe ve itme gücüne sahip olması elbette onun doğruluğunun ölçüsü değildir. Burada da benzerlerin çekimini göz önünde bulundurmalıyız. Adalet ve şerefle yoğrulmuş bir şahsiyet, şerefli insanların ilgisini çekerken, zevk ve eğlence düşkünü alçak tipleri kendinden uzaklaştırır. Dünyanın zevk-u sefasına dalanlar gafilleri kendine çekerken, zahitleri de kendilerinden uzaklaştırırlar. Bu yüzden kalabalıkları peşinden sürüklemek tek başına kişinin haklı olduğunu göstermez. Kişinin kendinde barındırdığı kemal sayesinde haklı veya haksız olduğu belirlenir.
Mutaharri’ye göre çekim ve itme gücü açısından felsefe okuluyla peygamber okulu birbirinden ayrılırlar. En temel farklılıklardan birisi, felsefe okullarında öğrenci ve öğretmen ilişkisinin, peygamberlerin okulunda ise itaat, teslimiyet, sevgi ve bağlılık ilişkisinin olmasıdır. Bu yüzden Filozofların öğrencileri, peygamberlerin ise takipçi ve tutkunları olur. Peygamberlerin takipçileri öyle bir bağlanırlar ki, onları uğruna seve seve canlarını feda ederler. Öyle ki, bir filozofun öğrencisi hocasına itiraz edebilir. Ancak bir peygamberin takipçisi ona itiraz edebilir mi?
Konuyla ilgili oldukça önemli bir anekdot aktarır Mutaharri. İbn Sina'nın öğrencilerinden birisi ona demiş ki: “Bu zekâ ve ilminizle peygamberlik iddiasında bulunsanız, pek çok taraftar bulurdunuz.” İbn Sina o gün bu soruya cevap vermez. Aradan zaman geçer. Soğuk bir kış gününde, sabahın erken saatlerinde yataktan öğrencisine seslenerek bir bardak su ister. Ancak havanın soğuk olması nedeniyle, öğrenci bunu yapmaya üşenir ve çeşitli bahaneler ileri sürerek yatağından çıkmaz. O sırada müezzinin sabah ezanı sesi duyulur. İbn Sina öğrencisine der ki: “Bana, peygamberliğimi iddia edersem inanacağını söylüyordun; oysa bir bardak su bile vermeye üşeniyorsun. Sıcacık yatağını bir türlü terk edemiyorsun. Şu müezzini görüyor musun? Aradan asırlar geçtiği hâlde, Hz. Peygamber'in (saa) emrine itaat etmek amacıyla soğuk havaya aldırmadan minareye çıkıp Allah'ın birliğine ve Resulullah'ın (saa) elçiliğine şehadet ettiğini ilan ediyor. Bir bilginle bir peygamberin sözlerinin, zihin ve kalpler üzerindeki etki ve nüfuzu arasındaki fark, böylesine kıyaslanamayacak kadar büyüktür işte!”
İbn Sina, peygamberlerle diğer liderlerin insanlar üzerindeki etkisi arasında kıyaslanamayacak kadar büyük farklılıklar olduğuna dikkat çekmiştir. Bugün de direnişçilere etki eden manevi kuvvetleri görmezden gelip sadece maddi güce bakarak, füzelerinin sayısına, asker sayısına göre olanları değerlendirirsek, doğru sonuçlara ulaşamayız. Bu yüzden de öncelikle şu soruların cevabını bulmamız gerekir. Tarifi neredeyse imkânsız zorluk ve tehditlere rağmen, direnişçileri mücadeleye çeken kuvvet nedir? Hangi güç onları motive edebiliyor? Nasıl ikna oluyorlar? Bu gibi soruların cevabını bulmadan direnişi anlayabilmek mümkün değildir. Direnişi dışarıdan ısmarlama yöntemlerle sağlıklı analiz edemeyiz. Ancak, iman, dua, peygambere, imamlara, maneviyatı yüksek şahsiyetlere bağlılık gibi iç dinamikleri de hesaba katarak doğru anlayabiliriz. Mesela felsefecilere kıyasla anlamaya çalıştığımızda şöyle bir durumla karşılaşırız. Filozofların birbirine kenetlenme, birileri için ölme gibi bir dertleri yoktur. Filozoflar çözümleme yapar, gerisine karışmaz. Sosyal ve siyasî hareketlere kıyasla da anlayamayız. Çünkü bu hareketlerin amacı, akıllı, iyi, nefsini terbiye etmiş kişiler yetiştirmek değil, bağnaz taraftarlar yetiştirmektir. İrfanî tarikatlara kıyasla da anlayamayız. Çünkü bunların amacı teslimiyetçi müritler yetiştirmektir. Enerjik ve mücahit müminler yetiştirmek değildir. Direniş ekseninde ise akılla birlikte coşku da var, teslimiyet de var, disiplin de var, heyecan da var…
Direnişçilerin davalarına bağlılığını ancak Peygamber (saa) ve İmam Ali (as) gibi mübarek şahsiyetlerin takipçilerine kıyas ederek anlayabiliriz. Mesela Peygamberimizin (saa) takipçileri nasıl bağlanmışlardı? İşte size bir örnek!
Reci’ vakasında esir alınıp Kureyşlilere para karşılığında satılan Zeyd b. Desinne’nin şehadet anı, Peygamberin (saa) çekim kuvvetinin somut örneklerinden biridir. Zeyd b. Desinne’yi Safvan b. Ümeyye el-Kureşî, Bedir veya Uhud'da öldürülen babasının intikamını alabilmek satın almıştı. Nihayet onu öldürmek için Mekke dışına götürmüştü. Mekkeliler de olayı izlemek için orada toplanmışlardı. Zeyd ne korkuyor ne de kimseye yalvarıyordu. Ebu Süfyan da oradaydı. Zeyd’in son anından faydalanmak, Resulullah (saa) aleyhinde propaganda malzemesi yapabileceği pişmanlığına dair bir şeyler elde etmek istiyordu. Zeyd’e yaklaşıp: Şöyle dedi, “Şimdi burada senin yerine Muhammed'in olmasını istemez miydin? Senin yerine onun kellesi vurulur, sen de rahatça çoluk-çocuğunun yanına dönerdin o zaman!” Zeyd’in verdiği cevap bütün Mekkelileri ürkütmüştü: “Allah'a yemin ederim ki, değil benim yerimde olmasını, ben Muhammed'in (saa) ayağına bir dikenin batmasına bile tahammül edemem!” Ebu Süfyan neye uğradığını şaşırmıştı. Mekkelilere: “Muhammed'in adamları kadar sadık ve vefakâr kimse görmedim! Müslümanların Muhammed'i sevdikleri kadar, hiç kimse başkasını sevmiş değildir!”
Diğer bir örnek de Hz. Ali'nin (as) şahadetinden 200 yıla yakın bir zaman geçtiği hâlde onun Şia'sı olmakla suçlanan, Arap edebiyatının pek ünlü isimlerinden olan İbn Sıkkit’ten vermek istiyorum. İbn Sikkit, Abbasî halifesi Mütevekkil döneminde yaşamıştır. Onun edebiyattaki seviyesi Sîbeveyhi gibi isimlerin seviyesiydi. Halife, çocuklarına Arap edebiyatını öğretmesi için onu özel öğretmen olarak seçmişti. Bir gün çocukları, babalarının karşısında başarıyla sınavdan geçince, babaları bundan oldukça memnun kalmıştı. İbn Sikkit'ten razı olduğunu bildirmişti. Bu sırada Mütevekkil İbn Sikkit'i denemek ve tepkisini ölçmek için küstahça bir soru sormuş: “Sence şu iki çocuk mu daha iyi, yoksa Peygamber'in (saa) torunları olan Hasan'la Hüseyin mi?!” İbn Sikkit bu kıyaslamadan oldukça rahatsız olmuş, onun çocuklarına eğitim vermekle hata ettiğini anlamış ve kendini suçlamıştır. Bu küstahlığın karşılıksız kalmaması gerektiğini düşünerek ona unutamayacağı bir cevap vermekten çekinmemiştir: “Andolsun Allah'a ki, Hasan ve Hüseyin bir yana, Ali'nin (a.s) kölesi Kamber bile bunlardan ve babalarından daha iyidir benim nazarımda!” Peygamber’e (saa) ve Ehlibeyit'ine karşı duyduğu kin ve nefretiyle tanınan Mütevekkil, hemen oracıkta bu yiğit insanın dilini kökünden keserek onu şehit etmiştir.
Direnişçileri tutkun yapan kuvvet İbn Sikkit’i çeken kuvvettir. Tek başına akılla, mantıkla izah edilemez. Belki Mecnun’ların aşkıyla izah edilebilir. Kendilerini gizlemelerine izin verildiği halde açıkça İmam Ali’ye sevgisini gizlemeyen Mîsem et-Temmâr’ların sevgi ve sadakatleriyle izah edilebilir. Peki ya İsrail! Bu korkuyla ne kadar ayakta durabilir? Akıllarını oynatmamaları için herhangi bir sebep var mı? (Veysel Çelik, Hürseda)