Artık Siyaset
Sürekli atıf yaptığımız Bakara Suresi’nin 248-252. ayetleri arasındaki Talut/Davud/Calut kıssasına dayalı modelimize göre, bugün itibariyle, nehir geçişinin tamamlanıp, “öteki yakada”, Calut ile karşılaşmak üzere yeniden yürümeye başlanmış olduğunu sürekli tekrarlıyoruz. Çünkü çok önemli…
Çünkü nerede olduğunu ve bulunduğu yer ve zamanda, ne yapması gerektiğini bilemeyenlerin başarılı olabilmeleri, sebepler açısından, mümkün değildir.
Evet, biz Türkiyeli Müslümanlar da, büyük ölçüde Ümmet’in geneli de nehir geçişini bitirdi ve diğer sahilden içerilere doğru, “büyük yolculuğun” ikinci aşamasını başlattı.
Nehirden önceki birinci etap, Mekke dönemine benzer. Bireysel imtihan ve olgunlaşma, küfrün baskısı ve yönetimi altında sıkıntı çekme, perde altında gelişip güçlenme, manada derinleşme, ilimde yetişme… Kısaca birinci yolculuğun yani Mekke döneminin ilk akla gelen karakteristik özellikleri…
Başlangıcında olduğumuz, yolculuğun ikinci etabı ise; kitleselleşme, her geçen gün küfrü biraz daha köşeye sıkıştırıp, hâkimiyeti ele geçirme ve artık İslam karşıtlarının, İslami düzen altında, şeriatın kurallarına uyarak yaşamalarını temin etme, mana derinliğini ve ilim birikimini aksiyona dönüştürüp, İslam’ı; bireyin, toplumun ve devletin temel direği, ana yaşam unsuru kılma… İşte bunlar da bu yeni dönemin karakteristik özellikleri.
Bu saydıklarımızın hepsini birden kapsamına alan kavram ise siyaset…
Artık siyaset…
Mükemmel takva sahibi bir kul olabilmenin de, yaşadığımız çağ içerisinde üzerimizdeki İslami sorumluluğu en iyi biçimde yerine getirebilmenin de sihirli formülü tek kelimeyle, siyaset.
Yoğun bir siyasi faaliyet içerisinde, üzerinde yaşadığımız dünyaya İslam adına el koymak. O dünyanın bütününe, bireyiyle, toplumuyla ve devletiyle İslami bir karakter kazandırmak.
Ve yolculuğun sonunda da Calut’la kapışıp onu yenmek…
Yani uluslararası sionizmin yönetimindeki mevcut dünya sistemini yıkıp, yerine İslam Birliği’nin hegemonyasına dayalı yeni bir sistem kurmak. İslam’ı, siyasi ve askeri anlamda dünyanın bütününü işgal etmiş emperyal bir güç haline getirmek değil, dünyanın “adalet” temeline dayalı yeni düzeninin kurucusu ve kollayıcısı “en üstün, hegemon güç” kılmak.
Bu model ve hedefe bazı Müslümanlardan iki önemli itiraz geleceğini tahmin ediyorum.
Birincisi Hz. Bediüzzaman’ın “Euzubillahimineşşeytanirracimvessiyase!” (şeytanın ve siyasetin şerrinden ALLAH’a sığınırım!) vecizesiyle sembolize edilebilecek olan bakış… Yani İslam’ı birey ve grup/cemaat bazında mükemmel bir biçimde yaşayıp tebliğini de mükemmel bir biçimde yapabilmek için siyasetten uzak durulması gerektiğini düşünmek. Fakat bu şekilde düşünen kardeşlerimizin “atladıkları” birkaç önemli “husus” var.
Birincisi, Hz. Bediüzzaman’ın siyasetle arasına mesafe koyması, yapısal değil dönemsel nitelikliydi. Tıpkı Şehid Kutub’un da: “Bizim şu an silahlı olarak cihad etmiyor oluşumuz bir prensip meselesi değil, bir plan meselesidir” deyişindeki gibi Bediüzzaman hazretlerinde de bu açıdan hakim mantık farklıdır. 1920’lerin ve 1930’ların küfür hücumunu, bir deccal hareketi olarak yorumlamış (ki kesinlikle doğrudur) ve bu nitelikte bir İslam düşmanlığıyla “siyaset” silahı üzerinden mücadele edilip başarılı olunamayacağını söylemiştir (ki bu da kesinlikle doğrudur). Sonuç olarak da yaşadığı dönemde İslam’ın savunulmasını siyaset değil, “iman ilmi” hattı üzerine inşa etmiştir. Ve Nur Risaleleri de işte tam olarak bu anlayış ve tercihin vücud bulmuş halleridir. Bu strateji yüzde yüz başarılı olmuştur.
Zaten dikkatli bir şekilde okunduğu takdirde Hz. Bediüzzaman da aynı şeyi söylemektedir. Hem de Risaleler’in birçok yerinde. Örneğin Sikke-i Tasdik-i Gaybi’nin hemen başında yer alan ikinci mektupta ve özellikle “Emirdağ Lahikası”nın birçok yerinde… O kadar ki Hz. Bediüzzaman, Türkiyeli Müslümanların ileride kurmaları gereken siyasi partinin ismini bile koymuş (İttihad-ı İslam Partisi = İslami Birlik Partisi ya da İslam Birliği Partisi), bu partinin, oyların %60-70’lik kısmı garantilendiği zaman kurulması gerektiğini de belirtmiş ve “siyasetin başına geçmesi” gerektiğini de vurgulamıştır (ki daha ne yapsın!)
Bu durumda hala Hz. Bediüzzaman’ın 1920’ler, 1930’lar Türkiye’si şartlarına uygun olarak geliştirdiği bir yaklaşımı, 2010’lar Türkiye’si için de aynı şekilde geçerli saymak ya çok ağır bir “anlayamama” sorunudur ya da bu tavrın arkasında, başka ve temiz olmayan hesaplar bulunmaktadır.
Ama bütün gerçekler şunu da çok iyi ifade etmektedir: “Siyasetsizlik” belli şartlara bağlı ve belli bir dönemin eseri/gereği olan geçici bir durumdu ve artık geçti… 2015 Haziran’ı itibariyle “gelmiş” olan ise siyasettir.
Artık siyaset…
“Artık siyaset” stratejisini, mutlaka bir siyasi partiye üye olup onun faaliyetleri içerisinde, sürekli ve aktif bir yer almak şeklinde anlamak zorunda değiliz. Ama böyle yapılmasının da, parti seçimi doğru olmak kaydıyla, yanlış bir tarafı yoktur. Zaten bugünlerde bu tarife uyan bir tek parti bulunmaktadır. Ve irfan sahiplerinin onun adını koymakta bir zorluğu olmayacaktır.
Bütün Müslümanlar için zorunlu olan ise, artık siyaseti hayatlarının çok önemli bir parçası haline getirmeleridir. İsteyen “uygun” olan bir partinin içinde, isteyen “Siyasetin İçinde Parlamentonun Dışında” makalemizde belirtilen biçimde… Ama siyaset artık İslam’dır, İslam artık siyasettir.
Tıpkı, günün şartları gereği, Medine’ye hicret edip bütün Müslümanları bir araya toplamanın stratejik dengeler açısından hayati öneme sahip bulunduğu bir dönemde, Efendimiz’in (O’na Binler Selam) kendisine: “İman nedir?” diye soran bir sahabiye: “Hicret etmektir” diye cevap vermesi ve beş-on sene sonra Mekke fethedilip de konjonktür, stratejik dengeler tamamen değiştiğinde: “Artık Hicret yoktur” diye buyurması gibi…
Müslümanlardan gelmesi muhtemel ikinci itiraz ise, “siyaset aracı ile ulaşılmaya çalışılan ve yukarıda özet olarak anlatılan, İslam Birliği’nin hegemonyası altında yeni bir dünya sistemi kurmaya çalışmanın imkânsız, ütopik bir hedef olduğu, dolayısıyla gerçeklerden kopuk bu gibi şeylere ulaşmaya çalışmakla, imkânların israf edilmiş olunacağı” şeklinde özetleyebileceğimiz bir eleştiri yaklaşımıdır.
Yerimiz de kalmadığı için buna oldukça kısa cevap vermeye çalışacağım. Eğer bu kısa cevabın yetersiz olduğunu görürsem, önümüzdeki haftalarda bu bölümü yeniden ele alıp daha geniş olarak üzerinde dururum. İnşaALLAH…
Şimdilik, kısa cevap, Efendimiz’in (O’na Binler Selam) Mekke senelerinde belki de yüzlerce kez tekrarladığı bir söz: “Ya ALLAH beni bu davada zafere ulaştırır ya da bu yolda ölürüm!”
Ne dersiniz?
İkisi de birbirinden muhteşem değil mi?
Öyleyse tereddüdün ya da itirazın manası ne?
(Kanal A Haber)