Hz. Ali’den (as) Tefsir Kaideleri II : Muhkem ve Müteşâbih
Muhkem ve müteşabih konusunda atılacak ilk adım bir ayetin muhkem mi müteşabih mi olduğuna karar vermektir. Eğer muhkem bir ayete müteşabih, müteşabih bir ayete de muhkem dersek henüz yolun başında hataya düşmüş oluruz. Yol ayrımında doğru tercihi yapıp tevilde yanlış yapmadan sahil-i selamete ulaşmak için ilmin kapısına gitmeliyiz. Çünkü İmam Ali’ye (as) göre dini konularda yetkin olmanın en önemli şartı muhkem ve müteşabihi tanımaktır. Ona göre muhkem ve müteşabihi tanımayanlara, vaaz, yargı gibi önemli konularda söz hakkı tanınmamalıdır. Müteşabih ayetler belli olduğu için Peygamberimiz (saa) müminleri şöyle uyarmıştır: “Onun müteşabihlerine uyanları gördüğünüzde, işte onlar yüce Allah’ın isimlerini koyduğu kimselerdir (kalpleri haktan meyledenlerdir), onlardan sakınınız.” Sahabe müteşabihi tanımıyorsa böyle bir uyarı neden yapılsın? Öyleyse muhkem ve müteşabih konusundaki ilk ve en önemli sapma, muhkemlere müteşabihlerin, müteşabihlere de muhkemlerin hükmünü uygulamaktır.
Kur’ân’ı azimuşşândaki ayetler muhkem ve müteşâbih olmak yönünden üç şekilde sınıflandırılmıştır.
- Ayetleri arasında çelişkinin olmaması açısından Kur’ân’ın tamamı muhkemdir. “Elif lam râ. (Bu,) bir Kitaptır ki, hikmet sahibi, her şeyden haberdar olan (Allah) tarafından ayetleri sağlamlaştırılmış ve güzelce açıklanmıştır.”[1]
- Doğruluk ve i‘câzda birbirine benzemesi yönüyle Kur’ân’ın tamamı müteşâbihtir. Herhangi bir kitabın bir bölümü güzel olurken diğer bölümleri güzel olmayabilir. Ancak Kur’ân’ın bütün bölümleri doğruluk ve güzellikte birbirine benzerdir. Bu yüzden de Kur’ân, muarızlarına meydan okurken belirli bir surenin değil, herhangi bir surenin benzerini getirmelerini yeterli görmüştür. “Allah, sözün en güzelini; ayetleri, (güzellikte) birbirine benzeyen ve (hükümleri, öğütleri, kıssaları) tekrarlanan bir kitap olarak indirmiştir"[2]
- Diğer bir taksime göre Kur’ân’ın bir kısmının muhkem, bir kısmının da müteşâbih olmasıdır. Kur’ân ilimlerinde üzerinde durulan asıl bölüm burasıdır. Al-i İmrân suresi 7. Ayete dayanarak böyle bir taksimat yapılmıştır. “Bu kitabı sana indiren O’dur. Onun ayetlerinin bir kısmı muhkem olup bunlar Kitabın anasıdır/esasıdır. Bir kısmı da müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar sırf fitne çıkarmak, insanları saptırmak ve kendi arzularına göre yorumlamak için müteşâbih kısmına tutunup onlarla uğraşır dururlar. Hâlbuki onların hakikatini, gerçek yorumunu Allah’tan başkası bilemez. İlimde derinleşenler: “Biz ona olduğu gibi inandık. Hepsi de Rabbimizin katından gelmiştir.” derler. Bunları ancak akıl sahipleri düşünüp anlarlar.”[3]
Yukarıdaki ayete göre, Kur’ân’ın bir kısmı muhkem, diğer kısmı müteşâbih kabul edilmektedir. Ayetten anlaşılan temel esaslar şunlardır:
- Muhkem ayetler asıldır.
- Müteşâbih ayetler anlamı bilinmeyen ayetler (bazı alimler bu görüştedir) şeklinde anlaşılmamalıdır. Ayetle yasaklanan durum, müteşâbih ayetlerin muhkemlere arz edilmeden anlaşılmasıdır. Nitekim İmam Rıza (as) şöyle demiştir: “Kur’ân'ın müteşâbihini muhkemine döndüren kimse doğru yola iletilmiştir.”[4] Kaldı ki müteşâbih ayet, müteşâbih kaldığı sürece onunla amel edilemez. Ancak anlamı netleştikten sonra amel edilebilir. Süyûtî’nin zikrettiği bir hadise göre Resulullah (saa) şöyle buyurmuştur: “Kur’ân’ın bazısı bazısını yalanlasın diye inmemiştir. Ondan anladığınızla amel ediniz. Size müteşâbih gelene de iman edin.”[5] Bu rivayete göre Kur’an’ın muhkemleriyle müteşâbihleri arasında tam uyum vardır.
- Muhkemlik ve müteşâbihlik Kur’ân’ın muhatabından kaynaklanmaktadır. Allah (cc) için Kur’ân’ın hepsi muhkemdir. Muhkem kelimesi menetmek, engellemek, sağlamlaştırmak, korumak anlamındadır. Muhkem ayetlerin anlamları açık olduğu için, herhangi bir karışıklığa ve yanlış anlamaya karşı korunmuşlardır. Bunlara hem iman edilir hem de amel edilir. İmam Ali’ye (as) göre nesh edilmemiş ayetler muhkemlerdendir. Allah (cc), kullarından peygamber ve evsiyâya müteşâbih ayetlerin hakikatını bildirerek onlar için de muhkem hale gelmesini sağlayabilir. Peygamber (saa) zamanında Kur’ân’ın anlama sorunu olmadığına göre ondan sonra müteşabihleri kimin bilebileceğini belirlemek önemlidir. İmam Ali’nin (as) dikkat çektiği nokta da burasıdır. Ona göre insanlar; evsiyâya sormayıp kendi akıllarıyla tevil ettikleri için müteşabih konusunda sapmışlardır. Geçen 1400 yıllık süre bunun en güzel tanığıdır. Tartışmalar ve kafa karışıklığı her gün daha da artmaktadır. Ümmet için çözüm, Kur’ân’ı Ehlibeyit’in önderliğinde anlamaktadır.
Muhkem ayetler açık olduğuna göre insanlar, müteşâbih ayetlerden dolayı helak olmuşlardır. Bunun sebebi: Müteşâbih ayetlerin anlamını bilememeleri ve hakikatini öğrenememeleridir. Böylece kendi görüşlerine dayanarak ayetleri tevil etmeleri, bunları evsiyâya yani Ehlibeyt’e sormamalarıdır. Resulullah’ın (saa) emrini (Kur’ân ve Ehlibeyt’e sarılın emrini) arkalarına atmalarıdır. Muhkemlere gelince (onları tevile gerek yoktur.) zaten tevili tenzilinin içindedir. Allah’ın (cc) Kur’ân’da helal kıldığı ve haram kıldığı şeyler bu kısımdandır.[6] Mesela namazın, orucun ve haccın farziyeti, ölü ve domuz eti yemenin haramlığını bildiren ayetler muhkemdir. Kısacası İmam Ali’ye (as) göre insanların müteşâbihler konusundaki sapmalarının sebebi başta kendisi olmak üzere, Ehlibeyit’e sormamalarıdır. Çünkü ona göre, Resulullah (saa) ahirete irtihalinden sonra Kur’ân’ı tek başına bırakmamıştı. Kitapla birlikte onun muallimini de tayin etmişti. O muallim de Ehlibeyit idi. İnsanlar muallime sormaları gereken konuları kendi kafalarına göre tevil edince doğru yoldan sapmışlardır.
Muhkem ve müteşâbih konusu işlenirken müteşâbih ayetlerin Kur’ân’da var olma sebebine de değinilmektedir. Bu konuda kısa bir açıklama yapmakta fayda görüyoruz. Müteşâbihin iki önemli sebebi vardır. Birincisi muhataptan kaynaklanmaktadır. Kur’ân’ın indiği dönemde anlamı açık olan ayetler, araya zaman girmesiyle, Arap dilindeki kullanımlara yabancılaşmaktan dolayı müteşâbih duruma gelmişlerdir. Buna nisbî müteşâbih denilir.
İkinci sebep ise ulvî manaların dilin sınırlılığı içerisinde aktarılmasıdır. İnsanların sahip oldukları kelimeler bu dünyaya aittirler. Görünmeyen soyut aleme ait anlamlar, maddi alem için kullanılan kelimelerle açıklanınca ortaya teşâbüh çıkmaktadır. Daha basitleştirerek şöyle anlatabiliriz. Örneğin 500 yıl önce ne araba ne telefon ne de internet vardı. O günkü insanlar, at, deve gibi araçlarla işlerini görüyorlardı. Dolayısıyla bu anlamlara karşılık gelecek kelimelere sahip değillerdi. Günümüzdeki teknolojik gelişmelere tanıklık etmiş biri olarak, 500 yıl önceki insanlara telefonu anlatacak olsaydık, elbette bildikleri kelimelerden yararlanarak anlatmak zorunda kalacaktık. Buradaki sorun bilinen anlamın aktarılmasında kullanılan dilin sınırlı oluşudur. Yoksa telefonun ne olduğunu zaten biliyoruz. Bize kapalı olan bir anlamı aktarıyor değiliz. Mesela telefonu şöyle anlatabilirdik. “Bir aynaya parmağınla dokunduktan sonra binlerce kilometre uzaktaki birini görerek konuşabiliyorsun.” Şimdi muhatabınızın bu ifadeyi tevil etmeden, zahiriyle anlamaya çalıştığını bir düşünün! Ortaya nasıl komik ve tuhaf yorumların çıkabileceğini sanırım anlatmaya gerek yoktur. Cenabıhak’ın arşa istiva ettiğini, geldiğini, elinin biat edenlerin eli üzerinde olduğunu bildiren ayetler de böyledir. Çünkü gelme, gitme gibi özellikler cisimlere ait özelliklerdir. Dolayısıyla lafızlar açık olsa da zahirî anlamı aldığımızda Allah’a yakışmayan vasıflar ortaya çıkmaktadır. Mecburen başka şekilde açıklamak gerekir. Bunun için “…O’na benzer hiçbir şey yoktur.”[7] ayeti gibi muhkem ayetlere veya zerre kadar haktan meyletmeyen, korunmuş/masum zatlara başvurulmalıdır.
Müteşâbih ayetler, zihinde ve dış alemde birden çok anlama geldikleri için acaba bu mu, şu mu olduğu belirlenemediği için tevil edilmelidirler. Ayetin lafzî anlamı açık iken zihindeki anlam ile misdâkı/dış alemdeki varlığı karışıklığa sebep olmaktadır. Mesela “Rabbin gelip melekler de saf saf durunca…”[8] ayetinin zahiri anlamını zihnimizde canlandırdığımızda Allah’ın zatı ve sıfatlarıyla uyuşmayan bir tablo ortaya çıkmaktadır. Çünkü Allah’ın (cc) zatı gelme ve gitmeyle vasfedilemez. Dolayısıyla müfessirler burada bir takdir yaparak ayeti şöyle tefsir etmişlerdir. “Rabbinin emri geldiğinde ve melekler de saf saf durunca…”
Allame Tabâtabâi’nin el-Mizan adlı tefsirinin mukaddimesindeki açıklamalarına göre, müteşabihlerin anlaşılmasındaki problem; kelime ve cümlelerin anlamının bilinmemesinden değildir. Sadece bu anlamlarla kastedilen şeyler yani misdaklar arasında bir benzeşme söz konusu olmasından, anlamların uyarlanacağı nesnelerin belirlenmesinden kaynaklanmaktadır. Bizler, madde âlemine olan alışkanlığımız sonucu, kelimeleri duyduğumuzda zihnimize ilk gelen, bunların işaret ettikleri maddî anlamlarıdır. Çünkü dünyada yaşadığımız sürece sürekli madde ile iç içeyiz. Mesela; gün, nur, lamba, işitme, görme, konuşma, irade, rıza, gazap… gibi sözcükleri işittiğimizde, ilk zihnimize gelen, bunların maddî görüntüleridir. Aynı şekilde gök, yeryüzü, levh, kalem, arş, kürsü, melek ve iki kanadı, şeytan ve süvarileri gibi sözleri duyduğumuzda derhâl bunların doğal örnekleri zihnimizde belirmeye başlar. "Allah evreni yarattı. Şöyle yaptı. Şunu bildi. Şunu istedi veya şunu istiyor. Şunu irade etti veya şunu irade ediyor." şeklinde bazı ifadeleri duyduğumuz zaman, hemen bu fiilleri zamanla sınırlandırırız. “...O'na döndürüleceksiniz.”[9], “...İyi kişiler için Allah katındaki daha hayırlıdır.”[10] gibi ifadeleri işittiğimizde, katında olma anlamını mekânla sınırlandırırız.
Dolayısıyla her mananın ruh ve kalıbı vardır. Ruhu değişmez ama kalıbı değişebilir. Mesela kalemin asıl anlamı, zihinde gizli olan manayı yazıya geçiren aletin ismidir. Bazen ağaçtan, bazen demirden… olur. Yazıcı meleklerin kalemi, kaderi yazan kalem? Dediğimizde zihnimiz alışkanlık gereği hemen etrafımızda gördüğümüz kalemlere kayar. Yine mizan kelimesi, eşyayı ölçen aletin ismidir. Fakat misdakları farklıdır. Taşı ölçen mizan farklı, altını ölçen mizan ayrı, ilmi ölçen mizan ayrıdır. Vaktin ölçüsü ayrı, mantığın ölçüsü farklıdır. Peki ya amelleri ölçen mizan nasıldır? Dediğimizde zihinde hemen tanıdığımız ve bildiğimiz mizanlar oluşur. Tabâtabâi’ye göre gaye ölçmek olduğu için bu ölçümlerin hepsi, hakiki, gaye ve hedefe bakınca mizan hakikidir.
Misbah denilince Kur’ân’ın indiği dönemde içinde yağ olan lamba zihinde canlanırdı. Şimdi ise elektrik lambalarına da misbah denilmektedir.
Kur’ân’ın mefhumları Arapçadır ve apaçıktır. Sorun lafızların anlamlarından değil, dış alemdeki tezahüründen kaynaklanmaktadır. Muradın hangisi olduğunda zorluk vardır. Zihinde beliren şeklin hangisi murad edilmiştir. Maddî misdaklara alışkın olduğu için Problem muhataptan kaynaklanıyor. Oysa lafızların ilk akla gelen dış alemdeki anlamının yanında gayeleri vardır. Bu gayelerin tezahürleri farklıdır.
Müteşâbihlerin tevilini ancak ilimde derinleşenler yapabilirler. Anlamı netleştikten sonra artık muhkem olacağı için kendisiyle amel edilebilir. İsrailoğullarına Allah (cc) bir inek kesmelerini emredince herhangi bir inek kesebilirlerdi. Ancak onlar peygamberlerine güvenmedikleri için bu ineğin özel bir inek olması gerektiğini düşünüyorlardı.[11] Bu yüzden diğer ineklerden ayırt edilecek şekilde tayin edilmesini istediler. Benzer inekler arasından tercih yapamadıkları için daha detaylı bilgiler istediler. İneğin şekli açıkça ortaya çıkıncaya kadar onu tanıyamadılar.
Tekrar İmam Ali’nin (as) el-Muhkem ve’l-Müteşâbih adlı risaledeki açıklamalarına dönebiliriz. Sonra İmam Ali’ye (as) müteşâbih ayetlerden soruldu. Dedi ki lafzı aynı olup manası farklı olanlar, müteşâbihlerdendir. Müteşâbihin bir kısmı aynı lafzın her yerde aynı anlamda kullanılmamasından kaynaklanmaktadır. Bazı insanlar herhangi bir delile dayanmadan bunların birbirine benzer olduğunu savunarak yanlış anlam vermişlerdir. Mesela dalâlet kelimesine her yerde sapma anlamını vermek fitneye düşmeye örnek verilebilir.
Oysa İmam Ali’ye (as) göre dalâlet, bazen Allah’a bazen Şeytan’a bazen de putlara nispet edilmiştir. Nispet edildiği kişiye göre anlamı değişmektedir. Çünkü dalâlet, farklı vecihleri olan bir kelimedir. Bazen övülen anlamda bazen yerilmiş anlamda bazen de ne övülme ne de yerilme anlamında ve unutma anlamında kullanılmıştır. “يُضِلُّ اللّٰهُ مَنْ يَشَٓاءُ وَيَـهْدٖي مَنْ يَشَٓاءُؕ”/ “Böylece Allah dilediğini şaşırtır, dilediğini de doğru yola iletir.” [12] İmam Ali’ye (as) göre bu ayette Allah’a nispet edilen dalâlet, ahirette cennetin yolundan alıkoymak anlamında kullanıldığı için adaletin gereğidir ve övülecek bir vasıftır. Dünyada inkâr ettikleri için ahirette kafirlere cennetin yolunu göstermemesi herhangi bir yanlış anlaşılmaya imkân vermez.
Yerme anlamındaki dalâlet Firavun’a nispet edilmiştir. Firavun halkını hak yoldan saptırdı, onlara doğru yolu göstermedi.[13]
Bazen dalâlet ne övülmüş ne de yerilmiştir. Şahitlikle ilgili ayette unutma anlamındadır. “Böylece o iki kadından biri unutursa/dalle, diğeri ona şâhitliği hatırlatsın”[14]
Duha suresinde olduğu gibi Peygamberimize (saa) nispet edildiğinde zahirî anlama bakılırsa, -haşa- sanki Hz. Muhammed (saa) yolunu şaşırmıştı da sonra doğru yolu bulmuş şeklinde anlaşılabilir. Ancak İmam Ali’ye (as) göre “seni dalâlette iken görmedi mi?” ayetindeki dalâlet, senin peygamber olduğunu bilmeyen bir toplum içindeydin, senin değerini bilmiyorlardı. Adeta kıymetini bilmeyen bir toplum içinde kaybolmuştun. Biz onların seni tanımalarını sağlayarak onlara hidayet verdik.
Maalesef Kur’ân’ın hem lafzî muhkemlerine hem de canlı muhkemleri olan Ehlibeyit’in imamlarına başvurmadan, bilgilerine güvenip hevalarına göre, sadece sözlüklere bakarak Kur’ân’a anlam verenler, ciddi bir tehlikeyle karşı karşıya olduklarının farkında değiller. Sözlük anlamı açısından Kur’ân Arapça olduğu için apaçıktır. Fakat tefsirdeki amaç, lafzî anlam değil, murad-ı ilahinin ne olduğudur. Efendim ضَرَبَ/ darabe aslında vurma değil de seyahat etmektir, falan ayetteki صَلوة/salat namaz değilmiş de dua demek imiş, şu ayetteki زَكوة/ zekât temizlik anlamında imiş vs. Tabii ki bu kelimeler bazen şeriattaki anlamlarıyla bazen de sözlük anlamlarıyla kullanılmaktadır. Ancak asıl sorun hangi ölçüye göre belirleyeceğimizdir.
İmam Ali’ye (as) göre lafzı aynı olup manaları muhtelif olan ayetler müteşâbih ayetler kapsamındadır. Ehline sorulduğunda anlamı açığa çıkar. İmam Cafer es-Sadık’a göre de müteşâbihler herkese değil, bilmeyenlere kapalıdır. Dolayısıyla bizim için müteşâbih olan ayetler başkası için öyle olmayabilir.
Kısacası Ehlibeyit’in tefsir usulüne göre Resulullah (saa) Kur’ân’la birlikte onun tefsirini de öğretmiştir. Bir kelimenin hangi ayette hangi anlamda olduğunu onun pak ve temiz Ehlibeyit’i aracılığıyla bize ulaştığı için Kur’ân ile Ehlibeyit birbirinden ayrı tutularak tefsir yapılamaz. Şayet, suskun olan Kur’ân’ı herkes istediği gibi konuşturursa sonunda hidayet yerine ihtilafların kaynağı olur. Mesela Kelam alanında içinden çıkılmaz tartışmaların çoğu, dalâlet kelimesinin anlamlandırılmasında görüldüğü üzere tevil ehline sormamaktan kaynaklanmaktadır. Çünkü Resulullah (saa) bize tek başına Kur’ân’ı bırakmamıştır. Sekaleyn’i yani Kur’ân ve Ehlibeyit’ini birlikte bırakmıştır. Bu iki emanetin asla birbirinden ayrılmayacağını da garanti etmiştir.
İmam Ali’nin (as) dalâlet kelimesi hakkındaki açıklamaları bununla sınırlı değildir. Dalâlet bazen mahmud bazen mezmum bazen ne mezmum ne de mahmuddur bazen de unutma anlamındadır.
- Allah’a nispet edildiğinde kıyamet günü cennetin yolundan saptırma anlamında kullanılınca övülme makamındadır. Çünkü bu dünyada doğru yol gösterildiği halde ondan yüz çevirenlerin cennetin yolundan alıkonulması adalettir.
- Saptırmayı Samiri’ye nispet etmiştir. “(Allah): “Ama biz senden sonra kavmini sınadık. Samiri onları saptırdı” dedi.”[15] Saptırma Firavun’a da nispet edilmiştir: “Firavun toplumunu saptırdı, doğru yola iletmedi.”[16] İbrahim (as) saptırmayı putlara nispet etmiştir: “Rabbim! Şüphe yok ki onlar, insanların çoğunu doğru yoldan saptırdılar.”[17] Putlar gerçekte kimseyi saptıramazlar. İnsanlar onlarla saptılar, onlara itaat edince kafir oldukları ve doğru yoldan saptıkları için dalâlet putlara nispet edilmiştir.
- Nisyan anlamında kullanılmıştır. “…birisi unutunca, öbürü hatırlatsın…”[18]
- Zahirî lafzıyla bazı yerlerde Peygambere (saa) nispet edilmiştir. İmam Ali’ye (as) göre Duhâ suresi 7. Ayet: “Rabbin Seni kavminin içinde kaybolmuş, kadri bilinmez halde bulup onları seninle hidayete erdirmedi mi?” anlamındadır. Evsiyânın teviline başvurulmayınca nasıl yanlış açıklamalar yapıldığını görmek için meallere bakmak yeterlidir.
- Bazen dalâlet Allah’a (cc), yol göstermenin zıddı olarak nispet edilmiştir. “Sen ancak bir uyarıcısın. Her toplum için bir Yol Gösterici vardır.”[19] Uyarıcı Allah (cc) katından kavmine açıklayıcı bir imam tayin edince münafıklar buna karşı çıktılar. Dediler ki Allah bu misal ile çoğunu saptırır. Halbuki Allah (cc) onlara sadece bir yol gösterici tayin etmiştir. Onlar bundan yüz çevirip muhalefet etmişlerdir. Ona itaatin farziyetini ikrar ettikten sonra muhalefet ettiler. Bu yüzden Resulullah (saa) kendisine salavât getirilince Ehlibeyit’inin kendisinden ayrılmasını yasaklamış. Böyle bir salavâtı mebtûr yani bereketi gitmiş olarak tanıtmıştır.
- İmam Ali (as) Haricileri iknâ etmek için İbn Abbâs’ı gönderdikten sonra Haricilere dedi ki: Ey Hariciler! Allah için siz bilmiyor musunuz ki; Kur’ân’da nâsih-mensuh, muhkem- müteşâbih, has-âmm vardır. Dediler ki Allah için söylüyoruz ki evet vardır. Peki Allah aşkına söyleyin, nâsih-mensuh, muhkem- müteşâbih, âmm ve hassı biliyor musunuz? Dediler ki Allah için söylüyoruz ki bilmiyoruz. Peki benim bunları en iyi bildiğimi biliyor musunuz? Dediler ki evet biliyoruz. Sonra onlara dedi ki: Bunları itiraf ettikten sonra sizden daha fazla kim dalâlette olabilir. Sonra İmam dedi ki: “Allah’ım sen de biliyorsun ki ben bildiğimle onlara hükmettim.”
[1] Hud, 11/1.
[2] Zümer, 39/23.
[3] Al-i İmrân, 3/7.
[4] Şeyh Sadûk, Uyûn-ü Ahbâri'r-Rızâ, thk. Müessesetü'l-İmâmi'l-Humeynî, H. 1413, I, 290.
[5] Süyûtî, el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân, 43. Bölüm, III, 3.
[6] Risaletu’l Muhkem ve’l-Müteşâbih, s. 11- 12.
[7] Şura, 42/11.
[8] Fecr, 89/22.
[9] Bakara, 2/28.
[10] Âl-i İmrân, 3/198.
[11] Tabâtabâî, el-Mîzan, Bakara, 2/67. Ayet tefsirine bakınız.
[12] Müddessir, 74/31.
[13] Tâhâ, 22/79.
[14] Bakara, 2/282.
[15] Taha, 20/85.
[16] Taha, 20/79.
[17] İbrahim, 14/36.
[18] Bakara, 2/282.
[19] Ra’d, 13/7.9