Ümit Fırat ile Yapılan Söyleşi Üzerine
T24 adlı haber sitesinde, Mustazaf-Der’in öncülüğünde Türkiye genelinde yapılan Kutlu Doğum Mitingleri ve özellikle de İstanbul Kazlıçeşme Mitingi’nin ardından Hazal Özvarış'ın Ümit Fırat ile yaptığı bir söyleşi yayınlandı.
Böyle bir konuda söyleşi yapılacak kişi Ümit Fırat mı olmalıydı, ayrıca irdelenmesi, üzerinde düşünülmesi gereken bir durum…
Ümit Fırat… Sol ve Sosyalist bir gelenekten gelen, kendi deyimiyle daha üniversite yıllarında Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO) ve Türkiye İşçi Partisi içinde aktif üyelik yapmış biri… 1994 yılında Cem Boyner başkanlığında kurulan Yeni Demokrasi Hareketinin kurucuları arasında yer almış… Nerden nereye… Emek, eşitlik, özgürlük, hak sloganı ile yola çıkıp; çoğulculuk, serbest piyasa gibi liberal değerleri savunan bir siyasi partide yer almak…
Neyse, biz yine de zaman içinde insanın duruşu ve düşünceleri değişebilir diyerek detaylara fazla takılmıyoruz. Girizgâhı özellikle şunun için yapmıştık; sol gelenekten gelenlerin –çok ama çok azı hariç- solu bırakıp farklı kulvarlara doğru yelken açsalar dahi İslam’a, İslami değerlere ve İslami kesime olan üstten bakmacı, mesafeli ve önyargılı duruşları. Oysa hayatları boyunca bırakın İslam’ı, halkın kendi değerlerini dahi anlayamamışlar. Ne kadar gariptir değil mi, halk adına mücadele ediyorum diyerek halktan kopuk olarak hareket etme yanılsamasına düşmek. Hâlbuki “Allah” ile uğraşmayı bırakıp biraz İslam’ı inceleme zahmetine katlansalardı, İslam’ın solun adeta kutsadığı kimi değerlerini ne derece kuşattığını rahatlıkla fark edebilirlerdi.
Yapılan söyleşide Ümit Fırat, Hizbullah ve Mustazaf-Der hakkında sol düşüncenin bilindik bakış açısını yansıtmış. Aslında gerçeklerden ziyade daha çok içinden geçenleri yani temennilerini dile getirmeye çalışmış desek yanılmış olmayız.
PKK’nin Kürtleri kontrol edebildiğini, sokağa dökebileceğini savunuyor –ki doğrudur buna kimsenin itirazı yok, bu bir kısım Kürtler için geçerlidir- ancak Batman, Diyarbakır ve İstanbul’da PKK’nin sokağa dökebildiği insan sayısından kat be kat fazla insanı sokağa dökebilen Mustazaf-Der’i ve Hizbullah’ı bu konuda “yeterli potansiyele sahip değil” diyerek küçümsüyor ve tayin edici etkileri olmadığına inandığını iddia ediyor.
Hakeza, mitinglere olan yoğun katılımı “…Miting bir siyasi miting olarak değil, Hz. Muhammed'in doğumunun kutlanması için düzenlenen ve herhangi bir muhafazakâr Müslüman’ın katılacağı bir gaye ile düzenlenmişti. Mitinge katılan insanlar bu eylemlerini kutsal bir gaye için, Allah ve Peygamber için yaptıkları bir ibadet gibi düşünmüşlerdir.” diyerek açıklıyor.Peki gerçekten durum böyle mi? Elbette ki halkımız Allah ve Resulu söz konusu oldu mu asla geri durmaz. Ancak şunu da biliyoruz ki, benzer etkinlikleri Diyanet başta olmak üzere bir çok kesim düzenliyor. Eğer tek etken bu olsa idi benzer etkinliklerde de aynı coşku, hereketlilik ve kalabalıkları da görmemiz gerekmez miydi? Demek ki, halk kendine hitab eden, kendi dili ile konuşan, kendinden olan ve benimsediği kişi, kurum ve kesimlere itibar ediyor. Halkımız kimlerin o mitingleri tertip ettiğini de, onları kimlerin davet ettiğini de çok iyi biliyor.
Tabii işin arka planını görmeyip bu mitingleri sadece yılda bir gün yapılan bir etkinlik olarak görenler bu tür bir sonuca varabilirler. Ancak Mustazaf-Der’in maddi yardımlar ve sosyal projelerden, eğitim seminerlerine hatta küskün ve kan davalı aileler asındaki husumetlere çözümler bulmasına kadar, bir çok alanda, yılın 365 günü halkın içinde onların dertlerine derman olmaya çalıştığını görmeyenler; elbette bunu anlayamazlar…
Mitinglere katılan 500 bin insanın büyük bir çoğunluğunun Ak Parti’ye, az da olsa bir kısmının BDP’ye oy veriyor olması gayet doğal. Zaten hiçkimse oraya giden insanların tümünün belli bir kesime bağlı olduğu iddiasında değil. Ancak şu da bir hakikat ki, halk yapılan çağrıya kulak vermiş, önemli olan da bu.
Tabii tüm bunların yanısıra aslında şu tespiti yapmakta yanlış olmaz sanırım. Halk, özellikle de belki faaliyetleri o bölgede daha fazla olduğundan Kürtler, Mustazaf-Der çizgisine dini konularda son derece güveniyor ve dini konularda desteğini esirgemiyor. Ancak siyasi alanda -belki daha son sözünü söylemediğinden olsa gerek- aynı şeyi şu an için söylemek o kadar gerçekçi olmayabilir.
Ümit Fırat, Hizbullah’ın geçmişini JİTEM –derin devlet ile ilişkilendirerek olası bir PKK-Hizbullah çatışmasının bir kez daha derin devletin koruması altında olabileceğini dile getiriyor, Hizbullah’ı siyasi bir yapıdan ziyade tetikçi-kriminal bir yapı olarak sunuyor. Ancak, tetikçi-kriminal bir yapının nasıl oluyor da bunca baskı, saldırı ve olumsuz propagandaya rağmen yüzbinleri bir araya getirecek etkinliklere imza attığını açıklayamıyor. Halkı adeta saf ve aptal yerine koyuyor. Bu halk nasıl oluyor da tetikçilere prim verebiliyor? Bu mümkün mü? Üstelik Mustazaf-Der veya Hizbullah’ın partileşip seçimlere girmesi durumunda etkin oldukları yerlerde AK Partinin oylarında hissedilir bir eksilme olabileceğini, BDP’nin de oylarında kısmi düşme olabileceğini ifade ederek kendi ifedeleri ile çelişkiye düşüyor. Peki böyle bir Hizbullah’ın seçimlerde oy alma ihtimali nasıl olabilir? Halk Hizbullah’ı böyle algılarsa seçimde oy verir mi?
“Mustazaf-Der, veya Hizbullah eğer legal siyaset alanında bir örgütlenmeyi düşünürse yakın geçmişte yaşanmış kontra faaliyetleriyle bir miras ilişkisi olmadığının altını çizmek zorundadır.” sözleriyle kendisince Hizbullah’a akıl vermeye onu derin güçler ile ilişkilendirmeye çalışıyor. Ayrıca tüm bunları söylerken, Mustazaf-Der’in hiç bir illegal olaya karışmadığı halde ve tüm faaliyetleri aleni olduğu halde yargı tarafından kapatıldığını ve 10 yılı aşkındır bir tek eylemi olmayan Hizbullah’ın sistem tarafından en azılı düşman muamelesi gördüğünü gözardı ediyor. Kendisi de sistemin her türlü imkanlarından faydalanıyor, hem de çoğu kez nasıl olduğu anlaşılamayan yöntemlerle. Şimdi bu durumda kim kontra olmuş oluyor? Sistemin her imkanından faydalananlar mı yoksa sistem tarafından öcü muamelesi görülenler mi?
Mustazaf-Der’in AK Parti’ye oy verdiğini iddia ediyor ancak hatırlanacağı gibi Mustazaf-Der’in seçimlerdeki tavrı; ya oy kullanmama ya da serbest bırakma yönünde olmuştu. 12 Eylül 2010 Anayasa referandumunda ise “Yetersiz ama Evet” dediler, bunu da yapılacak düzenlemelerin kısmi de olsa halkın yararına olacağı gerekçesi ile izah ettiler. Mustazaf-Der’in bu açıklamalarına rağmen Selahattin Demirtaş gibi “Ak Parti’ye oy veriyorlar” demek; art niyetten öte bir anlam ifade etmez.
Seçime girecek Hizbullah’a karşı PKK’nin şiddet kullanacağını söylüyor ancak PKK’nin tahammülsüzlüğünden ötürü geçmişten beri, ne Hizbullah’ın ne de Mustazaf-Der’in asla taviz vermediğini es geçiyor. Ne yani PKK çatışacak diye kimse hiçbir şey yapmasın mı, yerinde oturup seyirci mi kalsınlar olup bitenlere?
Son olarak, özellikle “AKP'nin takkesini önüne koyup ‘Nasıl oluyor da bölgede beni dışlayan, seçmenden koparan bir zemin oluşuyor’u sorgulamalı” sözleriyle de bir nevi AK Parti’ye “aman haaa tedbirini al yoksa kaybeden sen olursun” mesajı da aslında yazının başında değindiğimiz gibi sol düşüncenin zaman içinde Liberal, Demokrat veya Kemalizme dümen kıran evrimine rağmen İslam söz konusu oldu mu, nasıl bir hale girdiklerini gösteriyor…
Sanırım Mustazaf-Der’in kapatılması da böyle bir tehlikenin varlığına karşı yapılan bu tür çağrılara kulak verme olarak algılanabilir. İşin uluslararası boyutunu da hesaba katmayı es geçmezsek tabii...
(Hürseda Haber)